Yaşar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erinç Yeldan, 5. Uluslar arası İzmir İktisat Kongresi’nin dünyada yol ayrımlarının yaşadığı bir dönemde düzenlendiğine dikkat çekiyor.
“Türkiye’de bütüncül kamu ve özel sektör kalkınma modeli kurgulanmalı”
Yaşar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erinç Yeldan, Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşu olan 2023 yılı için belirlediği hedefleri değerlendirdi.
Yeldan, “2023′e yönelik çok önemli siyasi ve iktisadi hedefler konulmuş fakat bunlara ulaşacak aygıtlar, düzenlemeler, bir eğitim, teşvik ve ar-ge reformu ile tutarlılık göstermiyor” diyor. Yeldan, ayrıca bu süreçte Türkiye’de bütüncül kamu ve özel sektör kalkınma modeli kurgulanması gerektiğini ifade ediyor.
5. Uluslar arası İzmir İktisat Kongresi’nin gerek Türkiye gerekse dünya ülkeleri açısından yol ayrımının olduğu bir dönemde yapıldığını vurgulayan Yerdan ile kongrelerinin tarihi süreci üzerinden Türkiye’yi bekleyen iktisadi gelişmeleri değerlendirdik.
-Siz 3. ve 4. İzmir İktisat Kongresi’ni yaşamış birisiniz. O günden bugüne iktisadi hayatımız nereden nereye geldi?
1992 yılında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nin ulusal yayın niteliği vardı. Yaklaşık bir seneyi aşkın bir ön hazırlık dönemi olmuştu.
Akademik makaleler ve sunumlar hakemlik süreciyle beraber ulusal bir akademik rekabete açık ortamda seçilmişti. Yani ciddi bir ön akademik filtrelemeden geçmişti.
O gün ki dönemde internet yok ve ulusal düzeyde Sosyal Bilimler Kongreleri tek tük oluyordu. O bakımdan Türkiye’de iktisat, ticaret, finans, işletme ve sosyal bilimleri bir araya getiriyordu.
1980’lerde Türkiye çok önemli bir dönüşüm yaşadı. Turgut Özal’lı yıllar… Türkiye’nin dışa açıldığı kabuk değiştirdiği peş peşe çok ciddi reformların gündeme geldiği ve uygulandığı yıllardı.
1980′lerin sonuna doğru gördük ki, bir reform yorgunluğu başladı. 1988 yılında minik bir kriz yaşadık.
O boyuttaki Türkiye’nin 1981 ve 1982 yılında kullandığı dış yatırım kaynağı bütün gelişmekte olan ülkelere verilen dış desteğin üçte ikisini oluşturuyordu. O yıllar Meksika’nın dış borç ödeyemediği, kalkınmakta olan ülkeler için kayıp 10 yıl olan dönemdi.
O yıllarda Türkiye büyük bir kaynağı kullandı, çok önemli reformlar yaptı ve bir yerde de tıkandı. Bunu reform yorgunluğuna bağlıyoruz. Ama arkası gelmedi.
-Niye gelmedi?
Türkiye’nin koşulları vardı. 12 Eylül’ün baskıcı ortamından demokratik kazanıma bir türlü geçilememesi ve bu reform yorgunluğunu tekrarlamasını körükledi. Demirelli yıllardı. Türkiye’de çok yüksek ücret ve maaş artışı gerçekleşti. Hatırlarsanız bahar eylemleri ile sergilendi. Sosyal güvenlik reformu çok cömertleştirildi.
-1990’lı yıllarda Türkiye bir yol ayrımındaydı diyebilir miyiz?
Kamu harcamalarının çok arttırıldığı, bir anlamda işçi ve memur maaşlarının çok yükseldiği, sosyal yardımların çok arttığı, kırsal kesime çok yüksek oranlı tekrardan teşvik desteği verildiği bir dönemdi.
‘Kurtar bizi baba’ sloganıyla Türkiye’nin 1980’lerde geçirdiği bu dışa açık ekonomi altında yeniden bir iç talebe dayalı popülizm beraber harmanlamaya çalıştığı yeni bir döneme girdi. O dönem zaten 1990′lı yıllarda yüksek kamu borcu iç borçlanma yüksek enflasyon güçsüz zayıf koalisyon hükümetlerinin bir türlü gerçek anlamda kamu maliyetinin dengeye kavuşturamadığı 2011 krizine kadar gidecek olan dönemin başlangıcıydı.
Yani şunu demek istiyorum, 1991 ve 1992 yılında kongrenin hazırlık safhasında Türkiye ciddi bir yol ayrımındaydı. O yol ayrımı şuydu; Türkiye kabuk değiştirmiş ihracata yönelik bir dışa açılım modelini gerçekleştirmeye çalışmıştı.
-Kimlik arayışı içinde miydi?
Evet aynen öyle… Kore mucizesini gerçekleştirmeyle yola çıktık 80′li yıllarda.
Fakat 80’li yılların sonuna doğru Kore mucizesini gerçekleştiremediği ve reform yapmaktan yorulan halkına bir türlü daha yüksek gelir seviyesi daha yüksek ücret daha yüksek hayat standardını ve daha demokratik bir toplum özlemini gerçekleştirmemiş bir görünümden tekrardan 60′lı, 70′li yılların iş veren devlet, baba devlet, yatırımcı devlet modelini tekrardan kurgulayacağı ikinci bir popülizm dönemi olarak büyük bir konsensüs sağlandı. Fakat artık modelin finansal kaynakları erimiş bitmişti. Türkiye’nin ekonomisi iç talebe dayalı devlet girişimciliğine dayalı bir büyüme modeline geçmişti.
1992 yılının bu yol ayrımında Türkiye 3. Beş Yıllık Plan ile ciddi bir sanayileşme hamlesi içine girdi. Karma ekonomi öncülüğünde ciddi bir hazırlık içindeydi. 1979-80 krizi bütün bu hazırlıklar ve ikinci petrol krizi Türkiye’yi çok hazırlıksız yakaladı. Dar boğaz içinde bu önemli yatırım hamlelerini çok genişleyici büyüme potansiyelinin bir anda kırılmasına neden oldu.
Süleyman Demirel’in geldiği “Nerede kalmıştık” dediği Başbakanlığı döneminde kamuoyundaki imajı yarım kalmış işlerin bitirilmesi idi.
Artık daha güçlü reformları yapmış, dışa açılmış, döviz reformlarını gerçekleştirmiş, finansal reformlarını gerçekleştirmiş, serbestleştirilmiş bir piyasa ekonomisinin olanağı içerisinde yine devlet girişimciliğine dayalı bir çıkış hamlesi içindeydi.
Turgut Özal da o zamanlar Cumhurbaşkanı idi. O da kendi anlamında ‘Nerede kalmıştık’ kurgusu içerisinde idi. O yıllarda siyasi rekabette artmıştı.
Tek başına iktidar olan bir ANAP hükümeti değil artık Cumhurbaşkanı olarak Türkiye ekonomisini yönlendirme konumunda ve Cumhurbaşkanının yetkileriyle Başbakanın yetkileri arasında sıkışmış siyasi anlamda geleceğini arayan bir Türkiye’de kamuoyunu etkilemek için iki liderde tüm ağırlığıyla ekonomiye yön vermeye çalışıyordu. İkisinin de ekipleri var, ikisinin de planları vardı.
Bu arada o dönemde DPT’yi bürokrasi yönlendiriciliğinde İzmir Kongresi dört-beş gün sürmüştü. Kongre gerek sosyal etkinlikleri açısından gerek sergiler, davetler, gerekse bilimsel açısından Türkiye’nin o yol ayrımını tartışmaya açılmıştı.
-O yol ayrımı süreci içerisinde İzmir İktisat Kongresi üzerine düşeni yapabildi mi?
Kongrenin hazırlığı ve kongrenin sergilendiği akademik ürün bakımından; o hatta sizde görmüşüsünüzdür bunlar iki tane beşer ciltlik set olarak konuşmalar ve tebliğler yayınlandı. Akademik ürün ve bir yol haritası çıkartma adına öyle zannediyorum ki kongreden yazılı metin çıktı ve profesyonel iktisat ve kamuoyuyla paylaşıldı.
Fakat bahsettiğim gibi siyasi sistemin bir lider üretememe ve güçsüz koalisyon hükümetleriyle geçirilen 90′lı yıllar kongreden çıkartılan bu ışığı iktisat piyasası anlamında gerçekleştiremedi.
-Bu cevher işlenemedi mi?
Evet, cevheri işleyecek bir siyasi ortam olmadı. 2’li 3’lü koalisyon hükümetlerinin olduğu yıllardı.
-Siyasetin gölgesinde kaldı diyebiliriz…
Siyasetin gölgesinde kalındı. Türkiye’nin tipik bir Latin Amerika ülkesi olduğu söylenir. Ordusuyla futboluyla devlet girişimiyle sambasıyla dansözüyle entelektüel birikimiyle Latin Amerika ülkeleri bizden en fazla bir on yıl daha önce bu tecrübeleri yaşadılar. 1970′li yılları reform yaparak geçirdiler. 1980’li yıllarda o reformun yorgunluğuyla beraber krize girdiler. Biz 80′li yılları reform olarak geçirdik. 1990′lı yıllarda yarın kalmış reform krizleri geçirdik. 1980′li yıllar Latin Amerika ülkeleri için kayıp on yıldır, 1990′larda Türkiye için kayıptır.
2013 yılı yani kongrenin 90. yılında Türkiye biraz yerel ve ulusal ikilemin dışında biraz uluslararası düzeyde bir yol ayrımında bu kongreyi düzenliyor.
Bu uluslararası yol ayrımı kongre tarihsel olarak o kadar derin bir konjektüre oturdu ki bu yıl 6. senesine girmekte olduğumuz uluslararası büyük durgunluk diye adlandırarak küresel krizin 2007-2008 de ilk kıvılcımların atıldığı bu küresel kriz giderek kalıcı büyük durgunluğa dönüştü.
Kriz bir nevi kimlik krizine neden oluyor. İşsizlik artıyor. Avrupa’da borç krizi olarak adlandırılıyor. Türkiye’de hızlı büyüyememe krizi olarak yani yüzde 2 yüzde 3 aralığına sıkışmış bir büyüme, ertelenen reformlar olarak yansıyor. Hükümet ne kadar güçlü bir hükümet olsa da güçlü bir reform ajandasını uygulayacak karar ve dirençlikte değil. Kafası karışık… Örneğin geçen seneki eğitim reformu, teşvik yasası…
2023′e yönelik çok önemli siyasi ve iktisadi hedefler konulmuş fakat bunlara ulaşacak aygıtlar, düzenlemeler, bir eğitim, teşvik ve ar-ge reformu ile tutarlılık göstermiyor.
Yani Türkiye’nin gerek makro ekonomik anlamda; faiz para piyasası yatırım tahsisi, kamu özel sektör yatırım önceliklerinin güçlendirilmesi, bölgeye yönelik özellikle doğu bölgesine yönelik bir bütüncül kamu ve özel sektör kalkınma modeli kurgulanması gerekiyor.
Tabi bu anlamda siyasi ve oradaki bölgedeki terör önleyecek diye bir siyasi reçete ortaya çıkartılması gerekiyor. Gerçek anlamda Türkiye’nin iş gücü niteliğini yükseltecek eğitim, araştırma-geliştirme, inovasyon alanının geliştirilmesine yönelik reformların bir arada uygulanması gerekiyor. Fakat Türkiye ne yazık ki özellikle eğitim konusundaki savrulmasını bir türlü aşamamış durumda. Türkiye de tezahür ediş biçimi bir durgunluk göreceli bir yüksek işsizliğin kalıcı olarak devam etmesi ve dışardan gelecek sıcak para akımlarına bağlı olarak saman alevi gibi parlamalarla büyümesini sürdüren bir ekonomi görünüm arz ediyor.
Şimdi bu sadece ulusal anlamda bir durgunluk değil uluslararası anlamda da yaşanıyor.
Ekonomik piyasalarının Bretton Sistemi’nin çöküşünden sonra o yeniden bir teknoloji büyümeyi finanse edecek bir üretim anlayışının üretim modelinin çıkmadığını görüyoruz. Sadece bir yol ayrımındayız.
-Yine mi bir yol ayrımındayız…
Evet, uluslararası düzeyde… Amerika’nın ve kıta Avrupa’sının giderek kapitalizm yani dünya kapitalizm içindeki öncü rolünün törpülenmesi sonucunda ortaya çıkan Çin, Hindistan, bu BRİC ülkeleri diye anılan ülkelerinde henüz kapitalizme ivme verecek onu yöneltecek onu yirmi birinci yüzyıla taşıyacak olgunlukta olmamaları var.
Demokratik kurumları entelektüel birikim, finansal derinlikleri açısında üretici evet fakat yatırımcı ve tasarımcı organize edici anlamda eksikleri olan bir coğrafya hep üçüncü dünya kapitalizmi modeline geçiş mi olacak bu özellikle son iki senedir Amerika’da toplanan Amerikan Ekonomik Topluluğu’nun konferanslarında ki ana tema “Are your wages set in beijing” yani “Ücretleriniz Pekin’de mi belirleniyor’ dünyanın çalışma üniteleri üretim üniteleri üçüncü dünya tarafından belirleniyor. Ücret düzeyi oraya çekiliyor çalışma koşulları oraya çekiliyor.
-Aslında dünyaya yön veren belli noktalarda Uzakdoğu…
Kesinlikle… Üretim anlamında çalışma koşulları ve bölüşüm ücretleri esnek üretim biçimleri artık o Bretton Woods Sistemi’nin ‘just in time’ denilen talebe göre verilen marka değeri çıkması, standart üretim yerine kitlesel üretim yerine az sayıda kitleye özgü markaların üretildiği ve bunun gerektirdiği esnek bir üretim biçimi var.
Kapitalizm böyle bir yol ayrımında, yönelim arıyor hem teknolojik düzeyde hem de entelektüel yeniden yapılanma yüzeyinde bu böyle bir sistematik krizin gölgesinde şuanda bu düzenleniyor. Yani Türkiye açısından da kongrenin şöyle bir önemi var tarihsel olarak 2012 yılında İstanbul en az gelişmiş gelişmekte olan ülkeler ‘least developed countries’ diye anılan en dipteki 1 milyar insan diye tasvir edilen çoğunlukla Sahra altı Afrika’sı, Latin Amerika’nın gecekonduları Türkiye’nin Güneydoğusu Hindistan’ın Bangal gibi çok geri kalmış bölgelerinde oluşan 1 milyarlık küreselleşmeye bir türlü dahil edilemeyen dışlanmış bir insan topluluğu var. Bu insanlar son 25 senede bu 1 milyar insanın bulunduğu tek çeşitli coğrafyalardan gelen insanların bulunduğu ekonomiler son 25 yılda negatif büyüme ile karşılaşmış durumda. Buradaki fert başına gelir günde 1 doların altında. Yoksullar ve daha da yoksullaşıyorlar. Yakınsama küreselleşmeye dahil olma olanakları yok. Bir Çin büyüyor fakat Çin’in Hindistan’ın belli bölgeleri giderek dışlanıyor, Latin Amerika ülkeleri büyüyor fakat onlar da dışlanıyor.
-Bölgesel ayrım sadece bizde değil diğer ülkelerde var.
Evet ama uçurum açılıyor. Küreselleşen, küreselleşme vagonuna atlayabilen ülkeler içinde küreselleşemeyen ülkeler var. Küreselleşme kervanına katılamayan ülkeler var. Sudan var, şimdi Suriye dışlanıyor. Mısır dışlanma süreci içinde. Afrika’nın yaklaşık 40 tane ülkesi irili ufaklı bu kapsam içerisinde ‘The bottom one billion’ diye bunlar tasvir ediliyorlar. Dışlanmış hayatında hiçbir telefon bir hijyenik su olanağına kavuşamamış Latin Amerika’da Güney Afrika’da toplamı bir milyarı bulan insan grubu var.
Birleşmiş Milletler bunların sorunlarını uluslararası gündeme taşımak için 10 yıllık dönem başkanlığı veriyor ve 2012 yılında dönem başkanlığını İstanbul almış durumda. Bundan evvelde Paris ve Brüksel dönem başkanlıkları yaptılar. 10 yıllık dönem başkanlığı da Türkiye açısından çok önemli. 2012 de bunun açılış toplantısı yapılmıştı İstanbul’da ve ben de katılımcıydım.
2015’te bunun ara toplantısı olacak. Gene artı Türkiye’de olacak.G20 topluluğunun dönem başkanlığını Türkiye alacak. Şu anda Meksika’dan Rusya devralmış durumda 2015’te biz anlayacağız tabi bu G20 içinde Türkler ne düşünüyor g20’ nin öncelikleri nasıl olmalının tartışıldığı bir döneme giriyoruz. Şimdiden 2015 hazırlıklarını yapmamız lazım.
İzmir’de Yaşar Üniversitesi bünyesinde bir Akdeniz Uygulama ve Araştırma Merkezi diğer adıyla Akdeniz Gözlem Evi kuruyoruz. Bu G20’deki dönem başkanlığımız ve en az gelişmiş gelişmekte olan ülkeler toplantısının ön hazırlıklarını yapmak üzere daha geniş Akdeniz Havzasında kalkınma uluslararası güvenlik sürdürülebilir büyüme kadın, etnik ayrımcılık gibi konularda bölgemizde sorunlara nasıl çözümler üretilebilir diye araştırma merkezini devreye sokmak hazırlığı içindeyiz.
Ekim sonunda toplanacak olan İzmir İktisat Kongresi’nin içinde bu iki olgu bir uluslar arası düzeyde yol ayrımı deyim yerindeyse bu biraz haddimizi aşan bir konuya soyunmak ama İzmir İktisat Kongresi’nin buna çok önemli bir yer ayırması gerekiyor.
İkincisi Türkiye’nin özelinde de 2023 ve sonrası ama ondan daha da acil olarak 2015 için Türkiye vizyonun uluslararası platformda Türkiye vizyonunun kalkınmakta olan ülkeler piyasasına ağırlığını vuracak şekilde belirlenmesi gerekiyor.
Türkiye hangi yola odaklanmalı?
Siyasi olarak kafamız karışık. Ama bir taraftan 2023 için ciddi hedefler belirliyoruz. Bu hedefleri göz önünde bulundurduğumuzda Türkiye neler yapmalı neler yapmamalı ve kongre de hangileri mesaj olarak ciddi bir şekilde verilmeli?
Şimdi Türkiye’nin bütün Cumhuriyet Tarihi ortalaması kabul edin yüzde 5 potansiyel büyüme oranı. Yüzde 5 büyüme oranı hatasıyla sevabıyla krizleri mucize parlama yılları genellikle bir kriz sonrası reform döneminin gündeme girdiği dönemler 2001 sonra 80 sonrası 60 sonrası ilk planlamanın oluştuğu dönemler.
Bir de çöküntü yılları var inişli çıkışlı şimdi bu bütün yüzde 5’in bileşenine baktığınız vakit Türkiye’nin 2013 itibariyle önünde çok önemli iki tane darboğaz set duvar duruyor.
Birincisi Türkiye’nin çok yüksek aşırı derecede emsal ülkelere görece olarak halledemediği bir enerji sorunu…
Enerji ithalat faturamızı kabartıyor dolayısı ile yurtdışında kaynağı çeşitli adlarla geldiği dönemlerde eğer Türkiye dış kaynağa ulaşmış ise enerji maliyetlerini karşıladığı ölçüde gelişebilir.
Fakat bu finansman tarih gösteriyor ki hep süreklilik göstermeyen kısıtlayıcı noktalarda kalıyor ve Türkiye ciddi bir krize dar boğaza giriyor. 1970’lerde bu finansmanın adı işçi dövizleriydi, 1980’lerde Özal’ın reformlarının getirdiği yapısal uyum kredileriydi, 1990’larda sıcak paraya açılımdı.
İkinci kriz sonrasında yine sıcak artı soğuk para birazda Avrupa Birliği üyeliğinin getirdiği beklentilerle coşkularla beraber tüm dünyada olduğu gibi bol likidenin Türkiye’ye akması nokta yılı olarak 2010 –2011 arkasında da bu dışarıdan gelen kaynak girişi var.
Kaynak girişleri çeşitli adlarla geldi o adları yavaş yavaş gündemden kalkıp gündemden soğuduğu noktada da işte Türkiye krize girdi. Dolayısı ile Türkiye’nin bu dışa bağımlı büyüme yaratan enerji ithalat faturasını düşürecek bir enerji politikası ihtiyacı var. Türkiye’nin her yerinde kuyular açalım bakalım nereden ne çıkacak ve ya işte bor madenlerimiz var bu bor madenlerimizi kullanmıyoruz çok klişe medyatik reçeteleri burada tekrarlama gereği duymuyorum.
Mevcut olan enerji politikalarının revizyona ihtiyacı var.
Evet, ihtiyacı var. Bunun içinde özellikle Ege havzasında çok gördüğümüz yakından rüzgar güneş gibi tırnak içinde temiz yeni teknolojilerin gelişmeye ihtiyacı var. Bunlar çoğunlukla kısa dönemde kar getirmeyebilecekken, uzun dönemde ciddi anlamda kamu ve özel sektör işbirliğini oluşturacaktır.
İkinci dar boğazımız ise Türkiye’nin iş gücü düzeyi emsal ülkelere göre daha düşük kalitede. Türkiye’de ortalama eğitim süresi 6.8 yıl olarak hesaplanıyor. Hesaba vurursanız ortaokuldan terk bir iş gücüyle karşı karşıyayız. Sadece Ankara ve Eskişehir Bölgesi’nde orta okulu tamamlamış yani 8 yılın üzerine çıkmış bölgesel iş gücümüz var. Fakat ne yazık ki Güneydoğu’da örneğin; Urfa, Hakkari’de 5 yılın altında. İlkokuldan terk bir iş gücü mantığımız var. Sadece okulda olmakta çok anlama gelmiyor. Okulda okuduğunuz sürece aldığınız eğitimin kalitesi de çok önemli. Türkiye’nin halletmesi gereken çok ciddi anlamda bir yabancı dil sorunu var. Bir de çok ciddi anlamda bu çoktan seçmeli sınavla koşullandırılmış bir genç neslin eğitimi meselesi var.
Biz ne yazık ki dershane. SBS gibi süreçlerle leb demeden leblebiyi anlayan, hızlı düşünen çoktan seçmeli şıklar arasında hızlı hareket eden beyin yetiştirme derdindeyiz.
Dünya artık bu üniversite eğitimi mesleki eğitim konusuna çok önemli reformlar gerçekleştirmiş. Mesleki eğitimle üniversiteli eğitimi yerli yerine oturtmuş siyasetin üniversitenin bilimin iç işlerine karışmayacağı, bilimin özgürce üretileceği üniversiteler ile meslek edindirici teknik başarı sağlayacak meslek yüksek okulları ile ara eleman, tekniker sosyal hizmet üreten elemanları hızlıca yetiştirecek uzaktan eğitimiyle akşam eğitimleriyle yani eğitimin çoklaştırılmış alternatifleştirilmiş durumda. Hemen hemen her bölgeye her keseye uygun eğitim modelleri yaratmış. Eğitim pahalı bir şey. Her coğrafyaya uygun biraz pazar aletleriyle biraz kamu yönlendirmesiyle bilimin önünü açacak reformları gerçekleştirmeyi düşünüyoruz, daha doğrusu başarılı ülkelerin bunu gerçekleştiğini görüyoruz.
Kore’yi eski Sovyet sistemindeki geliri Çin’i Hindistan’ı hızlı büyüyen bütün ekonomilerin ardında gerçekten o ülkelerin o insanların kültürlerine uygun eğitim modellerinin gerçekleştirdiğini görüyoruz. Kültürel reformlar, sosyal reformlar kurumlar ne yazık ki kolay kolay takdir edilip, ticareti kolay kolay olmayan olgular.
Türkiye’deki siyasi manzarada ne yazık ki yaratıcılığı törpüleyen, dikkat ederseniz bütün reformlarımızın arkasında tek adam tek bir lider ve belki de o lidere sınırsız bağımlılık ve o liderin sınırsızca rahat çalışmasını yaratacak bir askeri müdahale koşulları var.
Bizim insanımızın önünün bilimsel şüphenin bilimsel kuşkunun set vuracak hiç bir şeyden olmayacağı bir bilim dünyası hazırlamamız lazım.
Önümüzdeki nesillere yön verecek belli sosyal mühendislik projeleriyle 2023 hedeflerinin azameti coşku ve hedeflerinin büyülü ortamı birbiriyle uyuşmuyor. Siyasi sistemin kafa karışıklığı da buradan kaynaklanıyor. Bir yandan öykünüyoruz bizde bir Türk modeli olalım ve hakikaten coğrafyamızda güçlü ekonomi hızla büyüyen yaratan tasarlayan insanlar üretelim. Fakat kurduğumuz kurumlar Merkez Bankası gibi çok teknik ve makro ekonomik kurumdan Kültür Bakanlığı yine son derece kültür ve medyaya açık bir olguya kadar bütün bakanlıklarımız onlara bağlı.
Türkiye’yi 2023 vizyonu arkasındaki yaratıcılık; geliştirici, inovasyon, bilimsel kuşkuya dayalı bilimsel üretim ve analitik özgürlüğü besleyen süreçler kurgular değil maalesef.
Yani uyum sorunu öncelikli olarak çözülmeli?
Türkiye bir sistem arayışı içinde malumunuz. Bu sosyal ve mühendislik projesi ne yazık ki tarihten yeterince ders almadığımızı görüyoruz.
Türkiye’de de bir sistem arayışını, böyle bir dışarıdan empoze etmek suretiyle, kültürel değerlerinin yaratıcılığını bastırmak suretiyle, bu sistem sorununu çözemeyeceğinizi düşünüyorum.
Son olarak bana İktisat Kongresi için bir slogan üretmenizi istesem ne derdiniz?
Kongrenin ana teması, kongrenin sloganı çok da uzak değil. Ben umutla coşkuyla bekliyorum 30 Ekim sabahını. “Küresel ekonomilerde yeniden yapılanma sürecinde Türkiye ekonomisi” Aslında öyle zannediyorum ki kongrenin resmi tasarımı da benim bahsettiğim yol ayrımlarını işleyecek. 21. yüzyılın kalkınma hedeflerinde Türkiye’de yön gösterici rolü kurgulayabilecek bir slogan üretmeliyiz. Resmi slogan ile ana temayı benimsedim.