CHP İzmir Milletvekili Mehmet Ali Susam, TİCARET Gazetesi’nin sorularını yanıtlandırdı
“İZMİR GERİ KALMADI, GERİ BIRAKILDI”
SEDA GÖK-ANKARA
CHP İzmir Milletvekili Mehmet Ali Susam, “İzmir geri kalmıştır yerine İzmir geri bırakılmıştır demek daha doğru olacak” diyor. İzmir’in EXPO 2020 adaylığındaki yarışı kaybetmesi sonrasında sorularımızı yanıtlandıran Susam, Hükümet’in İzmir’e yönelik bir vizyon çizmediğini vurguluyor.
Susam, Hükümetler, ülkenin gelişme stratejisi çerçevesinde şehirlere vizyon verirler. Bu vizyona göre teşvikler verilir, bu vizyona göre yatırımlar şehirlere yönlendirilir. Örneğin Antalya turizm kenti haline getirilmiştir. Bursa otomotiv kenti olmuştur. Ankara başkenttir. İstanbul pek çok sanayi ve ticari avantajının yanında en son finans kenti unvanı almıştır. Oysa İzmir’e, ülkenin üçüncü büyük kentine, hükümet bir vizyon çizmemiştir. Bu vizyon verilmediği, yatırımlar yönlendirmediği için de İzmir, kendi yağında kavrulmaya; sanayicisinin, tacirinin, ihracatçısının, esnafının bilek gücüyle gelişmeye çalışmaktadır. İzmir’de kamu eliyle kurulan petrokimya tesisleri bulunmaktadır. Bunların ihracatını çıkarttığınızda İzmir ise 6 milyar dolar ihracat yapmıştır. Bu İzmirli sanayicinin, ihracatçının, işadamının başarısıdır. Bu nedenle İzmir geri kalmıştır yerine İzmir geri bırakılmıştır demek belki daha doğru olacaktır” diye konuşuyor. Öte yandan son 10 yıllık süreçte reel sektörün geriye gittiğine dikkat çeken Susam ile İzmir ve Türkiye ekonomisinde yaşanan gelişmeleri değerlendirdik.
-Sayın Susam, CHP’den ikinci dönem milletvekilliğinizi sürdürüyorsunuz. İki dönemdir de Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu üyesisiniz. Bu süreçte neler yaşandı, Meclis’te çalışmalar nasıl gidiyor?
Komisyonumuzda reel sektörün, üretimin, istihdamın ve ihracatın konuşulduğu, çok önemli çalışmalar yürütmektedir. Ben de komisyonda CHP grubunun sözcülüğünü yapıyorum.
Üyelerimizin büyük bölümünün iş dünyasından gelen, piyasanın istek ve ihtiyaçlarını anlayan kişilerden oluşuyor. Bu nedenle uzlaşmanın, mantığın, müzakerenin daha önde olduğu bir komisyon görünümündeyiz.
2007 yılından bu yana AR-GE Merkezleri Kanunu, OSB Kanunu, KOSGEB Kanunu, TİM Kanunun, Hal Kanunu, Yenilenebilir Enerji Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, Türk Petrol Kanunu, Patent Kanunu, Tüketici Hakları Kanunu gibi onlarca kanun üzerinde çalışma yürüttük.
Hükümet kanun tekliflerini hazırlıyor, biz de komisyonda bu tekliflere son halini veriyoruz. Bu çalışmalarda reel sektörün temsilcilerinin toplantılarda bulunmasına, görüşlerini açıkça dile getirmelerine, onların taleplerinin kanuna sirayet etmesine büyük önem gösteriyoruz.
Ben de iş dünyasından gelen birisi olarak biliyorum ki piyasada mücadele eden, ihracat yapmaya çalışan, çek ödemek, maaş dağıtmak zorunda olan reel sektördür. Bu nedenle reel sektörün ihtiyaçları doğrultusunda çalışma yapmaya gayret ediyoruz.
Siz hem bir siyasetçi hem de bir iş insanı olarak ülkedeki ekonomiyi ve reel sektörü nasıl görüyorsunuz?
Ben son 10 yılda reel sektörün büyük geri gittiğine inanıyorum. Türkiye’nin -tarımdan sanayiye kadar- üreten bütün güçleri, son 10 yılda geriledi. Yıllar boyunca ne krizler, dünya savaşları yaşarken cesaretini kaybetmeyen, üretmeye devam eden reel sektör, yanlış para politikaları, üretim yerine ithalatı pompalayan uygulamalar, istihdam ve enerji gibi maliyet kalemleri üzerindeki aşırı vergi yükü, birbirini ardına açıklanan ve birbirinden hatalı teşvik politikaları neticesinde küçüldü.
Bugüne kadar uygulanan politikalar sonucu bir ürünü üretmek, onu yurt dışından getirip satmaktan daha pahalı hale gelmiştir. Fabrikalar, atölyeleri kapandığı, Uzakdoğu’dan gelen parçaların monte edilerek satıldığı; Uzakdoğu’nun lojistik üssü haline dönüşen bir sanayi modeli oluşmuştur.
Mevcut iktidar ülkeyi borsa-faiz-döviz penceresinden izlemektedir. Bu göstergeler iyiyse, ekonominin iyi olduğu algısı yaratılmıştır. Oysa bu bakış açısı istihdam yaratmayan, gelir adaleti sağlamayan, insanların sürekli borçlu olduğu hormonlu bir ekonomi yaratmıştır.
Bizler ekonomiye üretim-istihdam-ihracat penceresinden bakıyoruz. Kişi Başına Milli Geliri, hesaplama yöntemini değiştirerek değil; daha çok üreterek, küresel arenada rekabetçi olarak, ihracat yaparak arttırmak gerektiğine inanıyoruz. Daha çok iş, daha çok istihdam yaratarak, küçük işletmelere destek olarak gelir dağılımını adaletli hale getirmeyi hedefliyoruz.
Çünkü biliyoruz ki gerçek zenginlik üretimle oluşur. Eğer üretmezseniz, esas karlılığı sağlayan AR-GE ve innovasyonu gerçekleştiremez, marka yaratamazsınız. Gelişmiş ekonomi olmanın yolu üretmekten geçer.
Gelişmiş ülkeler üretim yerine bilimsel çalışmalara ve yeni buluşlara ağırlık veriyor.
AR-GE, yeni buluşlar ve inovasyon Türkiye ekonomisi açısından hayati önemde bir konudur. Dünyada teknoloji geliştikçe daha maliyetli ya da çevreye zarar veren üretim yapıları, gelişmekte olan ülkelere kayar. Türkiye’de, 1950’li yıllardan bu yana, gelişmiş ülkelerin üretmekten vazgeçtiği ürünleri üreten bir ülke konumundadır.
Bunu olumsuz bir şey olarak söylemiyorum, bu ürünlerin dünya üzerinde pazarı devam etiği için üretilmesi gerekiyor. Türkiye de konum olarak Avrupa’ya yakınlığı, işgücünün fazlalığı, görece uygun üretim maliyetleri gibi avantajlarıyla küresel üretim zincirindeki bu görevi büyük bir başarıyla yerine getirmektedir. Son olarak da beyaz eşya ve otomotiv sektörleri bu biçimde Türkiye’ye kaydırılmıştır.
Türkiye bu üretimleri gerçekleştirmelidir ama bununla yetinmemelidir.
Gelişmiş bir ülke olabilmek için dünyanın gittiği yönde, bir adım sonraki ürünü üretmeye, daha da önemlisi o ürünleri icat etmeye ihtiyaç bulunmaktadır. Yani bir yandan benzinli otomobili üretirken, diğer yandan elektrikli otomobil teknolojisinin geliştirecek buluşlar üzerinde çalışmak gerekmektedir.
Dokunmatik ekranlar, nano teknoloji, güneş ve rüzgardan enerji üreten teknolojiler gibi dünya çapında katma değer yaratacak teknolojileri geliştirmeye ihtiyaç bulunmaktadır.
Bu bir devlet projesi olmalıdır. Sorumluluk sadece –zaten kısıtlı sermayesi olan- özel sektöre bırakılamaz. Devlet bunu bir gelişme yöntemi olarak benimsemeli, bu alanda yerler oluşturmalı, üniversiteleri bu alana kanalize etmeli, uluslar arası uzmanların Türkiye’ye gelerek araştırma yapması için çalışma yapmalıdır. Özel sektörle ortak tesisler açmalıdır. Dünyanın bu kadar küçüldüğü, bilginin evrenselleştiği bir ortamda böyle bir çalışmaya ihtiyaç bulunmaktadır.
İzmir’i nasıl görüyorsunuz? İzmir’de sanayinin gelişmediği, en fazla ihracat yapan şehirler içinde 4. sıraya düştüğü şeklinde eleştirileri var. Son olarak büyük umutla çıktığımız EXPO yolculuğu olumsuz sonuçlandı. Sizce İzmir geri mi kaldı?
Bana ‘İzmir olması gereken yerde mi’ diye sorarsanız, yanıtım ‘Olması gereken yerde değil’ olur. Ancak İzmir geri kaldı diye düşünenlerle aynı fikirde değilim.
Hükümetler, ülkenin gelişme stratejisi çerçevesinde şehirlere vizyon verirler. Bu vizyona göre teşvikler verilir, bu vizyona göre yatırımlar şehirlere yönlendirilir. Örneğin Antalya turizm kenti haline getirilmiştir. Bursa otomotiv kenti olmuştur. Ankara başkenttir. İstanbul pek çok sanayi ve ticari avantajının yanında en son finans kenti unvanı almıştır.
Oysa İzmir’e, ülkenin üçüncü büyük kentine, hükümet bir vizyon çizmemiştir. Bu vizyon verilmediği, yatırımlar yönlendirmediği için de İzmir, kendi yağında kavrulmaya; sanayicisinin, tacirinin, ihracatçısının, esnafının bilek gücüyle gelişmeye çalışmaktadır.
Türkiye 1 Kasım 2013 itibariyle, devletin resmi rakamlarına göre, 118,85 milyar dolar ihracat yapmış. Bunun yarıya yakınını -52,2 milyar dolarını- tek başına İstanbul gerçekleştiriyor. Onu da 10,67 milyar dolarla Bursa, 10,56 milyar dolarla Kocaeli ve 7,3 milyarla İzmir takip ediyor. Böyle baktığınızda İzmir ihracatta 4. sırada yer alıyor.
Hükümet eliyle Bursa’ya yaptırılan otomotiv sektörünün ihracat rakamını çıkarttığınızda Bursa 4 milyar dolar ihracat yapmıştır. Aynı biçimde devlet eliyle Kocaeli’ne kurdurulan petrokimya ve otomotiv sektörünün ihracatını çıkarttığınızda 2,5 milyar dolar ihracat yapmıştır.
İzmir’de de kamu eliyle kurulan petrokimya tesisleri bulunmaktadır. Bunların ihracatını çıkarttığınızda İzmir ise 6 milyar dolar ihracat yapmıştır. Bu İzmirli sanayicinin, ihracatçının, işadamının başarısıdır. Bu nedenle İzmir geri kalmıştır yerine İzmir geri bırakılmıştır demek belki daha doğru olacaktır.
Peki İzmir’i geliştirecek projeler neler olabilir?
İzmir çok yönlü ve çoklu vizyonu olan bir kenttir. Bu vizyonlardan birinde ya da birden çoğunda geliştirilebilir.
Bunlardan ilki İzmir’in geleneksel rolü olan liman ve ticaret kenti olmasıdır. Çandarlı limanı hızla tamamlanarak, onu bağlayan çevre yolları, demiryolları yapılarak İzmir’in son yıllarda azalan liman kenti görüntüsü yeniden güçlendirilmelidir.
İzmir, Türkiye’de turizmin başladığı kenttir. Alsancak Limanı’nın yenilenmesi, yolcu kısmının geliştirilerek kurvaziyer turizmin arttırılması da önemlidir. İzmir kent merkezi 8 bin yıllık tarihiyle turistlerin ilgisini çekebilecek içeriğe sahiptir. Diğer yandan başta dünyanın önemli turizm merkezleri arasına girebilecek Çeşme’nin yanı sıra Tire’den Selçuk’a ve Bergama’ya kadar çok ciddi bir kültürel turizm çeşitliliği bulunmaktadır.
Ancak burada kitlesel turizmin ve her şey dahil anlayışının yerine, daha küçük, özenli ‘butik’ bir turizm anlayışının oluşturulmasına; turistlerin çarşıda dolaştığı, yemeğini lokantada yediği bir ‘herkes dahil’ turizm anlayışının oluşturulmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
İzmir verimli ovaları, uygun iklimi ve becerikli çiftçisiyle çok önemli bir tarım kentidir. Dünyada önemi giderek artan organik tarım, organik besinler gibi konularda çok kritik bir bölge olmaya adaydır.
İzmir’in rüzgar, güneş ve jeotermal enerji kaynakları; teorik olarak tüm İzmir’in ihtiyacını karşılayabilecek düzeydedir. Türkiye’nin tek yenilenebilir enerji araştırma enstitüsü Ege Üniversitesi’nde kuruludur. Yenilenebilir kaynaklarla, çok düşük maliyetlerle, kendi kendine yeten bir İzmir, sanayiye büyük katkı koyacaktır.
Diğer yandan yenilenebilir enerji üretim teknolojileri, dünya üzerinde de yeni gelişmektedir. İzmir bu alanda bilimsel çalışmaların yapıldığı, yeni teknolojilerin üretildiği, güneş panellerinin ve rüzgar türbinlerinin üretildiği bir şehir olabilir.
İzmir bir AR-GE ve bilişim kenti olabilir. Nitelikli ve eğitimli insan yapısıyla, önemli üniversiteleriyle, sanayinin ihtiyacına göre şekillenen bilimsel çalışmaların yapıldığı, yeni teknolojilerin denendiği bir şehir olabilir.
İzmir elbette bir sanayi kenti olacaktır. Ancak tarım ve turizm gibi çok önemli iki yönü da olması nedeniyle çevre kirliliğine de neden olan ağır sanayi yerine, daha temiz sanayi üretimlerinin yapıldığı bir şehir olabilir.
KUTU KUTU KUTU KUTU
İş dünyasının beklentileri nelerdir?
İş dünyasının ekonomiyle ilgili sorunları vardır ama beklentileri içinde ilk sırada olanların ekonomik olduğunu düşünmüyorum.
Bence işadamları öncelikle yatırım ve iş yapılacak özgürlükçü ve demokrat ortam isterler. Demokratik bir ortamda olmayı, farklı görüşte olmanın cezalandırılmadığı anlayışı tercih ederler. Çünkü ticaret, rekabet, serbest pazar ancak demokrasilerde yeşerebilir. Baskıcı rejimler üreten ve ticaret yapanlar üzerinde de aynı müdahaleyi yapmak ister. Ancak ticaretin dengeleri dışarıdan gelen ve gerçekçi olmayan bu müdahaleleri kabul etmez. Bu nedenle sık sık krizler yaşanır, biriken sermayeler krizlerde yok olur.
İkincisi düzgün işleyen bir adalet sistemi ister. Çünkü haksızlığa uğradığında, hakkını arayabileceği bir adalet sistemine ihtiyacı vardır. Ne yazık ki Türkiye’de bu sistemin tıkandığını, adalet dağıtması gereken yapıların siyasileştiğini görüyoruz. Adalet sistemine güvenin azalması, hiçbir şekilde telafi edilemeyecek bir güvensizlik ortamı oluşturur. Bugün yargı marifetiyle, müfettişlerle işletmelere, kurumları müdahale edilmektedir.
Ekonomik kararların, siyasetin değil, ekonominin kurallarına göre alınmasını isterler. Örneğin teşvik verilirken, Başbakana yakın bir bakanın şehrinin, 30 kilometre ötede komşu şehirdeki bütün yatırımları zarara uğratacak kadar yüksek bir teşvik alacağı bir sistemi tercih etmezler.
Gergin, sürekli bağıran, vatandaşı kutuplaştıran bir yönetim anlayışı istemezler. Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e “Öfke bize, uysallık sana” diyerek verdiği öğütteki gibi, sulh yoluyla, tartışmadan, uzlaşarak sorun çözen yönetim anlayışı tercih ederler.
En önemlisi de alt tarafı bir seçim kazanmak uğruna, Cumhuriyet’in temel değerlerinin ve vatandaşların birlikte yaşama hasletinin bozulmamasını istemezler. Etnik kimlik ya da mezhep ayrımı yapılmasını istemezler. Başı örtülü-açık ayrımı yapılmasını istemezler.