“GEREĞİNDEN FAZLA PATRON, SEKTÖRE ZARAR VERİYOR”

seda gök-selami ileri

 

Türkiye’de, tarım makinaları imalat sektöründe bin 152 firmanın faaliyet gösterdiğini belirten Türk Tarım Alet ve Makineleri İmalatçıları Birliği (TARMAKBİR) Genel Sekreteri Selami İleri, bu nedenle sektörün kendini regüle edemediğine dikkat çekiyor.  İleri, “Sektörde gereğinden fazla mikro ölçekte firma faaliyet gösteriyor.  Bin 152 firmada 18 bin 654 kişi istihdam ediliyor, bu da firma başına 16 kişinin istihdamı demektir. Sektör, girişim sayısında makina sektöründe 2.  sırada yer alıyor. Bu durum sürdürülebilir değil. Tarımsal mekanizasyon endüstrisinde gelişmiş ülkelerde bu rakam çok çok daha az. Firmadan ayrılan bir usta, asgari bir altyapıya sahip olmadan kendi işini kurup patron olmaya çalışıyor. Ama kalitede değil fiyatta rekabet ederek bu sektöre giriyor. Neticede gereğinden çok daha fazla patron yaratarak bu sektöre zarar veriliyor. Sektör, haksız rekabetle uğraşmaktan dolayı ne gereği kadar ARGE yapabiliyor ne de küresel bir marka yaratabiliyor. Neticede sektör hacmi belli. Biz bu hacmi, mesela 100’e bölmek yerine 1000’e bölüyoruz. İstihdamdan bir örnek vereyim. Traktör sektöründe en yüksek üretime sahip bir firmamız yaklaşık 3 bin kişiye istihdam sağlıyor ve traktör ihracatın %90’ını gerçekleştiriyor. Hacim bu denli olunca, hem daha katma değerli bir üretim yapılıyor, hem de istihdam çok yüksek oluyor. Gerçekleşen faaliyet karı ile ürün geliştirmeden, tezgah yatırımına, markalaşmaya kadar çok daha iyi bir bütçeniz söz konusu oluyor. Sektörde 1000 değil 100 firma olsa çok daha fazla istihdamın ve katma değerli üretimin olacağını net bir şekilde söyleyebilirim. Bu şekilde rekabeti haksız hale getirerek, bu firmaların teknolojiye yatırım yapmasını, markalaşmasını, dünyaya açılmalarını engelliyoruz. Sürekli haksız rekabete karşı ayakta kalma mücadelesi veriyorlar” diyor.

TİCARET Sohbetleri köşemin bu haftaki konuğu olan Agrievolution Tarım Makinaları Birlikleri Küresel İttifakı’nın dönem başkanlığını da yapan Türk Tarım Alet ve Makineleri İmalatçıları Birliği(TARMAKBİR) Genel Sekreteri Selami İleri ile Türkiye’nin tarım makinaları sektöründeki mevcut durumu üzerinden tarım politikalarına, yaşanan sorunlara ve yapılması gerekenlere ışık tuttuk.

Bu yılın ilk on ayı itibariyle sektörü değerlendirdiğimizde nasıl bir tablo ile karşılaşıyoruz?

Öncelikle sektörü traktör ve ekipman olarak ikiye ayırmak gerekiyor. Traktörler resmi tescile tabi ve elimizde net verileri var. Ekipmanda ise en azından şimdilik bu söz konusu değil. Traktörde iç pazarda ilk yedi ayda yüzde 5’lik bir gelişme var. Üretimde ise ilk 9 ayda geçen senenin aynı dönemine göre kayda değer bir değişim yok, mevcudun korunmasının biraz ötesinde, %2,6’lık bir artış görüyoruz.

Verilere bakıldığında 2016 yılında 120 ülkeye 616 milyon dolarlık ihracat yapıldığı görülüyor. Bu seneki veriler nasıl gelir?

Bu sene toplam ihracatta ilk 8 ayda %8,5’luk bir artış var. Bunu da tetikleyen faktör, ekipman ihracatındaki artış olarak görünüyor. Bu trend böyle devam ederse yıl sonunu en az %10’luk bir artışla kapatırız. Bir de resmi rakamlarda gözükmeyen, istatistiklere traktör aksam ve parça ihracatımız var. Bu değer geçen sene 150 milyon USD seviyesinde oldu. Bu ürünler, ihraç ettiğimiz traktörler kapsamındaki aksam ve parçalar olmadığını da belirteyim. Bu rakamlar dikkate alınmadan bile sektörümüz, genel makine sanayi içinde şu anda 5. sırada yer alıyor.

-ABD, Irak ve İtalya en fazla ihracat yapılan ülkeler… İhracat yaptığımız ülkelerde değişim öngörüyor musunuz?

Büyük bir değişim yaşanacağını düşünmüyoruz. ABD, traktörde bir numaralı pazarımız. Ama bunun dışında traktörde 100 ülkeye daha ihracat yapıyoruz. Ekipmanda Irak ve İran çok güzel bir pazar. Sorun yaşamazsak gelişim devam eder.  Sorun büyürse, rakamlara yansır.  Sektör Avrupa pazarına da ürün ihracatı yapıyor. Ancak ekipmanda bu pazarlarda genel olarak kendi markalarımız ile değil fason üretimle yer alabiliyoruz. Bunun da tek sebebi, küresel markalarımızın yok denecek kadar az olmasıdır.

Bu uzun vadede kendi ayağımıza kurşun sıkmak değil mi?

Aynen öyle. Kendi markasıyla ihracat yapmayan, yapamayan firmaların dış ticarette küresel bir marka olma şansları hiç yokç

Sektör bu konuda neden bu tutumu sergiliyor?

Sorunun odağında firma sayısının çok fazla olması yer alıyor. Sektörde kontrol edilmesi çok zor bir seviyede firma faaliyet gösteriyor. Bir marka, zamanla birkaç markayı doğuruyor. Kardeşi abisinden ayrılıp kendi firmasını kuruyor. Çalışanı işyerinden ayrılıp kendisi patron oluyor. Kısıtlı bir sermaye, yetersiz bir alt yapı ile sektöre giren bir girişimci, haksız rekabete sebep oluyor. Almanya, İtalya ve İspanya’ya baktığımızda firma sayılarının makul bir düzeyde olduğunu görüyoruz. Ana firma sayısı az ama bu firmaların özellikle talaşlı imalat, kaynaklı imalatta kayda değer sayıda çalıştığı alt firmaları, yan sanayisi var. Ciroları olağanüstü.

Sektördeki iyi firmalarımızın, haksız rekabetle, bürokrasi ile uğraşmaktan ürün geliştirecek, dışa açılacak zamanı, parası ve gücü kalmıyor. Karşılarında fatura kesmeyen, sigortasız işçi çalıştıran, belgesiz üretim yapan, maliyet hesabı yapmaktan uzak firmalar var. Ürünümüzün alıcısı olan çiftçi ise genel olarak öncelikle fiyata bakıyor. Ülkemizde ilginç bir durum var. Üretim serbest, ama resmi servis hizmeti vermek için standartlara uymanız isteniyor. Burada bir tezatlık var. Biz her şeyi 50 yıl geriden takip ediyoruz. Bu konuda gelişmiş ülkelerde üretim 1800’lü yılların sonunda başlamış. Şu an bu firmalar 4. kuşak tarafından yönetiliyor. Biz de ise ikinci kuşağa geçişin ardından ayrılıklar yaşanıyor. Niye? Çünkü bizde aile anayasası kavramı yok. Ailenin tüm fertleri fabrikanın yönetiminde yer almak, sistemin bir parçası olmak istiyor. Sonuçta da kavgalar çıkıyor ve şirket parçalanıyor.

İlk tarım aletini 1861’de Bursa’da üreten, ilk tarım makinaları sergisini 1863’de İstanbul’da düzenleyen bu sektör, devamını getirmek için yıllarca beklemiş. 1955 yılında ilk traktör fabrikasını kurmuşuz. Neticede her anlamda yarışa çok ama çok geç başlamışız. Üretimden, fuarcılıktan, dernekleşmeye kadar. Çok geriden geldiğimiz için aradaki farkı kapatmaya çalışıyoruz.

-Bazen geç başlamak avantajda olabilir? Biz bu süreci neden fırsata çeviremiyoruz?

Piyasa kendini regüle etmesi için devletin Güney Kore örneğinde olduğu gibi belirli bir sistematik içinde destek vermesi, bazı kurallar koyması ve bunun denetimini yapması şart.

-Peki, çözüm nedir?

Kurallar konulmalıdır. Personelden kullanacağınız ölçme aletine kadar asgari kriterler getirilmelidir. Örneğin, bitki koruma makinaları üretmek ciddi bir iştir. Neticede kimyasal bir maddeyi bitki ile meyvelere püskürtüyorsunuz. Makina doğru çalışmazsa, ayarları yanlış olursa, ürün kalitesiz olursa, ne kadar bilimsel metotlar uygularsanız uygulayan insan ve çevre sağlığına zarar verirsiniz. Sistem doğru çalışmadığı için domateslerimiz Rusya gümrüğünden geri dönüyor.

İkincisi mevzuatları Bakanlıklar değil parlamento hazırlamalı. İlgili Bakanlıklar ve mevzuattan etkilenenler yani taraflar buna katkı koymalı. Masanın başındaki birileri, masanın diğer tarafındakiler için bir şey hazırlıyor ve masanın diğer tarafındakilerin görüşünü almıyor. Tamamen teori üzerine, kendi bilgisiyle sınırlı bir mevzuat hazırlıyor. O yüzden sahada o mevzuat çalışmıyor. Sonra hata yaptık, mevzuatı değiştirelim veya kaldıralım deniyor. Bu noktaya gelinceye kadar bizlerden görüş istenmesi lazım. Bu metodu uygulayan, görüşümüze alan Genel Müdürlüklerle yaptığımız çalışmalarda, hazırlanan mevzuatlarda bir sorun yaşanmıyor.

Üçüncüsü, üniversiteler, araştırma kurumları ve araştırma geliştirme faaliyetlerine dair bir takım destek mekanizmaları var. Ama bunların hepsi bir araya doğru bir şekilde gelemiyor. Üniversite ile sektör arasında kopukluk var. Sektör başka, bilim dünyası başka konuşuyor. Sektörün talepleri çok daha farklı. Üniversite sanayi entegrasyonuna başladık. Diğer sektörlere göre biraz daha iyiyiz ama hala istenilen seviyede değiliz. Bu iki sektörü bir araya getirmek zorundayız.

Aslında ilgi çekmek istediğimiz tali konular da söz konusu. Mesela kurumsallaşma konusu. Bizde maalesef patron şirketin her şeyi. Patron üretim, satış, pazarlama vs bütün aşamaların tek karar vericisi. Patron olmadan hiçbir karar alınmıyor. Şirketlerimizin kurumsallaşma çalışmalarına bir an önce başlaması gerekiyor. Kurumsallaşma konusuna önem veriyoruz. Bunu aşmak zorundayız.

Bir diğer sorun markalaşma. Dünya çapında markamız yok. Bu nedenle kaliteli malımızı 5 liraya satmamız gerekirken 2 liraya, 3 liraya satıyoruz. Desteklerin tek elden verilmesi lazım. Mesela AR-GE destekleri. Tarım Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı, KOSGEB, TÜBİTAK’ın bu konuda bir desteği, destek mekanizması söz konusu… Her konuda çok başlılık var. Farklı kurumlar farklı bir mevzuat kapsamında destek veriyor. Bu da bizleri zorluyor. Türkiye’de tüm desteklerin bağlı olduğu tek bir bakanlık olmalı. Tüm destekler tek bir noktadan çıkmalı.

Öte yandan Ticaret Müşavirliklerimizin, Ticaret Ofislerine dönüşmesi şart. Çalışanların da Türk değil o ülkenin vatandaşı olan o alanda uzman kişilerin olması gerekiyor. Avukatından, sektör uzmanlarına kadar ofislerde yerel ve uzman personel istihdamı sağlanmalı. Şimdiki durumda Ticaret Müşavirlerimiz kısa bir süre için görev yapıyor ve zaten daha çok temsil görevi yaptığı için bize de pek faydası olamıyor. Sürekli personel değişimi yaşanıyor Müşavirliklerde… DEİK bunu yaptı. Ama Ekonomi Bakanlığı’na bağlanma sürecinde proje durdu. Sistem belli, irade lazım…

-Türkiye’deki dinamikleri de düşündüğümüzde olması gereken şirket sayısı nedir?

Sistem regüle olunca o rakam kendini bulur. Hatta kural koymanıza bile gerek kalmaz. Siz denetleme sistemi kurunca, etkin çalıştırınca sistem regülasyonu süreci başlar ve sektörde olmaması gerekenler kendi kendine yok olur.

-Uzmanlaşma konusunda ne noktadayız? Her şeyi mi üretmeliyiz? Yoksa bir alanda en iyisi olmaya mı odaklanmalıyız?

Türkiye’de her şey yapılabilir. Ama yaptığınız yatırımın rantabl olması gerekiyor. Mesela biçerdöver üretmeniz için yurtdışına da satıyor olmanız lazım. Bunun için de marka yaratmanız gerekiyor. Her şeyi yapmaya gerek yok, efektif olmuyor.

Bunula birlikte bazı ürünleri üretmek için bu ölçütü düşünme lüksümüz maalesef yok. Mesela motor. Motor üretmeliyiz. Motor kritik bir makinadır. Üretmenin rantabl olup olmadığına bakamayız. Özellikle savunma sanayimiz için motor son derece kritiktir.

Bizim tarımda ‘Endüstri 4.0’dan önce konuşmamız gereken hususlar neler?

Türkiye’de enflasyonun temel sebebi gıda fiyatlarıdır. İşlenmemiş gıda ürünlerinin sepetteki payı yüzde 23 düzeyinde. Gıda fiyatlarını;  maliyetler ve verimlilik etkiliyor.  Biz ilaçlamayı, ekimi, gübrelemeyi bilimsel olarak yapmıyoruz. Komşumuz ne yapıyorsa onu yapıyoruz. Biz de tarım işletme sayısı da fazla. 2 milyon civarında ve kontrolü de zor oluyor. Bu nedenle teknolojik tarım yapamıyoruz istenilen seviyede. Bu yaygınlaşamıyor. Üretimin teknolojik makinalarla yapılması birinci konumuz olmalı.

İkincisi aile işletmelerimiz var. Bu insanların büyük tarz makinalar alması ne ölçüde mümkün ve rantabl?  Bu bizim teknolojik önceliğimiz ve odağımız değil. Aile işletmeleri kesinlikle olmalıdır ama bizim profesyonel tarım yapanların desteklenmesine odaklanmamız gerekiyor. Ayrıca destekleme modelleri de burada gözden geçirilmeli. Herkese aynı destek vererek olmaz. Desteklerde kademe olmalı.

Destekleme modeli ne olmalı?

Çifti başta olmak üzere bütün paydaşlar gelecek bunu tartışıp öyle karar verebiliriz. Bu konuda elbette düşüncelerimiz var ama bunun ortak akılla konuşulmasını ve belirlenmesini tercih ediyoruz.

Türkiye’nin yanlış tercihler nedeniyle traktör mezarlığına dönüşeceği ifade ediliyor. Bu doğru mu?  Öncelikle bu tespite katılıyor musunuz?  Doğru traktör kullanımı konusunda ne noktadayız?

Ülkemizde 1 milyon 800 bin kayıtlı trafikte traktör var ama o kadar traktör tarımda kullanılmıyor. Traktörler inşaat sektöründen, turizm sektörüne kadar kullanılıyor. Yerel yönetimlerde hatta sitelerde bile bu araçlar kullanılıyor. Belediyeler ve köyler çöplerini toplamak için kullanıyorlar. Neticede sadece 1 milyon 200 bini tarımda kullanılıyor. Türkiye’de 2 milyon işletme var. Yani her iki işletmeden birinde traktör var. Yani traktör sayısı değil işletme sayısı fazla.

Ayrıca diğer yanlış bir algı da, traktör sadece tarım aracı değildir. Traktör çiftçinin eli ayağıdır. Traktör işletmelerin nakliye aracıdır aynı zamanda. Olmazsa olmaz bir tarım aracıdır. Bence traktör sayısı çok fazla değil. Esas mesele işletmeye uygun tipte traktör alınmasıdır.

-Avrupa’daki modellere baktığımızda ortak makinalar üzerinden yol alındığını görüyoruz. Türk toplumuna bu sistemi kabul ettirmek mümkün değil mi?

Teoride herkesin önemsediği, zaman zaman denenen ama Türkiye’de başarılı olunamayan bir sistemdir.

-Neden?

Birincisi ortak makineleri hor kullanılıyor maalesef. İkincisi; sıra kavgası… Tarımın dinamikleri var. Hasat zamanını düşünün. Zaman çok kısıtlı. Dolayısıyla araç parkınızın herkese yetecek kadar olması lazım. Diğer yandan bu araçları kullanması için operatör istihdam etmek zorundasınız 12 ay boyunca. Bu bir maliyet ve Türkiye’de bu sistem çok defa denendi ama başarılı olamadı. Türkiye’nin kendine özgü dinamikleri var. Talep, arzı doğurur. Biçerdöverde, pamuk hasat makinasında bu talep var.  Çiftçi, bunu talep etmek zorunda. Yoksa asla bu sistemi devreye alamazsınız. Keşke bu sistem olsa da biz de daha katma değerli makinalar üretebilsek. Ülke faydasına olan bu sistem, bizim üretim değerimize de pozitif yansır. Çünkü hem daha katma değeri olan ürün üretiriz hem de bu makinalar yoğun kullanımdan ötürü daha kısa sürede kullanım dışı kalacağı için satış frekansı artar.

Sektör bu şartlar altında kendine nasıl bir yol haritası belirledi? 2023 için rakamsal hedefler var mı?

Bizim iç piyasa için böyle rakamsal hedeflerimiz yok. Çünkü Türkiye’de gelecek yıl nasıl geçecek onu bile bilmiyoruz. Hele de tarım sektöründe işiniz biraz da Allaha kalmış durumda. Kuraklık mı olur, aşırı yağış mı kimse bilemez.  Ama ihracatta her yıl yüzde 10-20 büyüme dedik ve bunu da gerçekleştirdik.  Bazı seneler küresel piyasaların daralması nedeniyle bu hedefimize tutmasa da genelde bunu başardık. İhracat olmazsa olmazımızdır.