YÖNETMELİK VAR, UYGULAMA YOK

IMG_7971

Türkiye’nin çevre mevzuatı açısından birçok ülkeye göre ileri konumda olduğunu belirten Çevre Mühendisleri Odası Genel Başkanı Dr. Baran Bozoğlu, ancak en büyük sıkıntının denetim eksikliği ve kuralları uygulamamak olduğunu söyledi.

Çevre ve atık yönetimi konusunda eğitim seferberliği ilan edilmesini isteyen Bozoğlu, “İlkokul, ortaokul düzeyindeki çocukların vahşi çöp depolama alanlarına götürülmesi ve gösterilmesi gerekiyor. Bunun yanında Konya Karapınar kuraklaşmanın çok önemli bir örneği. Bu gibi ciddi çevresel problemlerin yaşandığı çölleşmenin olduğu bölgelere mutlaka okul gezilerinin yapılması gerekiyor” diyor.

Türkiye’deki geri dönüşüm oranın yüzde 10 iken, OECD ortalamasının yüzde 40’lar seviyesinde olduğunu ifade eden Bozoğlu, “Türkiye’de değerli atıklarımızın da sadece yüzde 1’ini ayrı toplayabiliyoruz” diyor.

Çevre konusunda nasıl bir karnemiz var?

Türkiye’nin mevzuat ve kanun anlamında birçok ülkeye göre ileride olduğunu söyleyebiliriz. Çevre Kanunu’nun çıkışı, Anayasa’nın 56. maddesinde herkesin sağlıklı şehirde yaşama hakkının olması kavramları Avrupa’daki bazı ülkelerden bile daha önce Türkiye’nin kanunlarına girmiş durumda. Bu konularda iyiyiz. Hatta Avrupa Birliği üyelik sürecinde 2009 yılında açılan çevre faslıyla beraber önemli mevzuat gelişmeleri yaşadık. Ama mesele; uygulamada… Uygulamayı doğru yapamayan bir yaklaşım sergileniyor. Kanunlarda, yönetmeliklerde bunu yazmak çevre sorunlarını önleyici bir yaklaşım olduğunu göstermiyor. Bu nedenle görüntü var ama ne yazık ki ses yok. Bundan dolayı Türkiye’nin bütün dereleri kirlenmiş, yeraltı sularımız tükenme noktasına gelmiş durumda. Özellikle Konya Karapınar’da durum kötü. Kızılırmak, Sakarya, Gediz, Seyhan, Ceyhan’da elimizi yüzümüzü yıkayamayacak noktaya gelmiş durumdayız. Mevzuat gerçekten çok güzel ama uygulama noktasında hem yerel hem de merkezi yönetimlerde sıkıntı var.

2011 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı’nın kapatılıp Çevre ve Şehircilik Bakanlığı adıyla yeni bir bakanlık haline getirilmesi yaşanan sıkıntıların kaynağı.

İnsanlarımızın çevre bilinci konusunda ne konumdayız?

Bu konuda çok da bilinçli olduğumuzu söyleyemeyiz. Zaman zaman ormanlara, ağaçlara dair olan hassasiyeti ne yazık ki su, deniz, hava kirliliği ve atık yönetimi konusunda göstermiyoruz. Bu aynı zamanda bir eğitim seferberliğine de ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Bunu yıllardır sürdürüyoruz ama hala Milli Eğitim Bakanlığı tarafından çocukların gerçekten doğaya dokunarak, sorunları yerinde görerek uygulanacak bir çevre bilinci olmadığını görüyoruz. Bu da önemli bir eksiklik.

Atık yönetiminde nasıl bir karnemiz var?

Atık yönetiminde de çok iyi bir karnemiz olduğunu söyleyemeyiz. Sayısal olarak da, OECD raporlarında da Türkiye’nin ekonomiye kazandırılabilecek atıklarının sadece yüzde 10’unun dönüştürüldüğünü, yüzde 90’ını ise bazılarını lisanssız tesislere bazıları düzenli depolama alanlarına gömdüğünü söyleyebiliriz. Türkiye yüzde 10’unu dönüştürürken OECD’de bu oran yüzde 40’lara varıyor. Bunun yanında kendi değerli atıklarımızın da sadece yüzde 1’ini ayrı toplayabiliyoruz. Evlerimizdeki, işyerlerimizdeki atıklarımızı karışık bir şekilde depoluyoruz. Bunun anlamı şu: Değerli atıkların geri kazanımını sağlayacak koşulları ortadan kaldırıyoruz. Çünkü plastiği, camı kirletiyoruz. Kirlettiğimiz için de geri dönüşüm sektörüne kazandıramıyoruz. Bu da evsel atıkların doğru yönetilemediğini gösteriyor.

İkinci konu ise İzmir ve Ege Bölgesi’nde yaşanan önemli problemler var. Tehlikeli olan radyoaktif atıkları da doğru yönetebildiğimiz söylenemez. Buna dair Bakanlığın sanayi tesislerinden çıkan katı atıkların miktar ve bertaraf noktasında izlemeye yönelik sistemler kurmuş olmasına rağmen çözüm üretilemediğini görüyoruz. Bakanlık verilerine baktığımız zaman yıllık 1 milyon 200 bin ton civarında atık çıktığı öngörülüyor ama bu bizim ve uluslararası raporlarda Türkiye genelinde 5 milyon tona yakın tehlikeli atığın çıktığı görülüyor. Bu şunu gösteriyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın elindeki veriler gerçek veriler değil. Dolayısıyla burada bir kaçak var. Yılda 2-3 milyon tona yakın tehlikeli atığın nereye gittiğini Türkiye takip edemiyor. Beyan üzerinden tehlikeli atıklara dair veri ve takip yapılmaya çalışılıyor. Ormanlarımıza, denizlerimize, derelerimize, toprağın altına gömülebiliyor. Bunun en büyük göstergelerinden birisi de İzmir Gaziemir’deki 2009 yılında TÜBİTAK verilerine giren, 2010 yılında basına yansıyan, miktarı yüzbinlerce tonu bulduğu tahmin edilen toprağın altına gömülü tehlike saçan radyoaktif atıklar. Kamuoyuna yansımış olmasına, Bakanlığa defalarca yazı yazmamıza rağmen ve birçok sivil toplum kuruluşunun bunu dile getirmiş olmasına rağmen 10 yıldır bu atıklar orada duruyor. 2011 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bir soru önergesine verdiği cevap üzerine toprak döküldüğü açıklanmıştı.

İzmir Gaziemir’deki radyoaktif atıklar kaldırılmadığı sürece Türkiye’deki atık sorunun çözülmesinin mümkün olduğunu düşünmüyoruz. Bu yıl ki Çevre Günü açıklamamızda da bunu özellikle vurguladık. Sıfır atık kavramını destekliyoruz. Çevre Kanunu’nda yapılan değişikliği savunduk. Ama gelinen noktada hala Gaziemir’deki atıkların kaldırılamaması çok tuhaf bir durum. 82 milyon nüfusa ulaşmış 21. yüzyılda Avrupa Birliği üyelik sürecini konuşan, teknolojik gelişmeleri sağladığını ifade eden, bu konuda üniversitelerin olduğu bir ortamda bu atıkların kaldırılamıyor olması bizce bir yüz karası bir durumdur. Türkiye’nin üzerinde bir leke olarak kalıyor. O alan bu şekilde kaldığı süre de sıfır atık kavramını savunmak, hayata geçirmek ne yazık ki mümkün olmuyor. Çünkü bu konudaki kötü niyetli insanlar dönüp Gaziemir’i örnek veriyorlar. Oradaki atıklar bile kaldırılamamışken biz istediğimizi yapabiliriz noktasına geliyorlar. Dolayısıyla ekonomik değeri olan evsel hem de tehlikeli atıkların doğru yönetildiğini söyleyemiyoruz. Ama meslek odası olarak umutsuz değiliz. Bu sorunların çözülmesi için hukuki olarak çaba veriyoruz. Toplumu bilinçlendirmeye çalışıyoruz.

Peki, nerede takılıp kalıyorsunuz?

Burada siyasi iradenin, bütün siyasi partileri kastederek söylüyorum; belediyelerin atık yönetimi konusunda öncelikli bir pozisyon almamalarından kaynaklı olduğunu düşünüyoruz. Atık yönetimleri yönetme meselesi yerel yönetimlerle ilgili. Onlar bu işi üstlenmez, öncelik vermez, bunu bir kamu hizmeti olarak görmezler ise işte o zaman sistem tıkanıyor. O yüzden yerel yönetimlerin, beş yılda bir seçilen iktidarların bir seçim kaygısıyla yaklaşmamaları gerekiyor. Atık yönetim işin önemli bir para olayı var ama atıkların sadece yüzde 10’unu dönüştürebiliyoruz. Yüzde 90’lık bir pasta var ve bu pastayı hakça paylaşacak bir yöntem bulunup para kazanılabilir.

Avrupa Birliği müktesebatına uyum çerçevesinde çevre konusunda sanayi kesimine ciddi yaptırımlar getirilmişti. Sanayicilerin dönem dönem isyankâr yorumlarını dinledik. Bugün itibariyle batığımızda müktesebata uyum konusunda geldiğimiz nokta nedir?

Görüntü var ses yok dediğimiz olay aslında böyle bir şey. Mevzuat var ama uygulama yok ve mevzuat çıkartıldığı zaman ileri tarihli uygulama tarihleri belirleniyor. Bir yönetmelik bir mevzuat çıktığı zaman insanlar buna uyum sağlamaya çalışıyor.

Uyum sağlayanlar bir yatırım yapıyor, maliyetle karşı karşıya kalıyorlar. Bunu hayata geçiriyorlar ama tam uygulanma tarihi geldiği anda Bakanlık tekrar bir erteleme yapıyor. Bu durumda da sanayicide yatırım yapan zararlı duruma geliyor, yatırım yapmayan da maddi bir kazanım elde ediyor. Bu haksızlık yaratıyor sanayiciler arasında.

Öte yandan mevzuatın uygulanması sanayicinin avantajına olan bir durum. Çünkü yarın yaşanacak olan çevresel problemler ve olası hukuki problemler vatandaşın tepkilerine baktığımızda hazırlıksız olduğu görülüyor ve bu çok daha büyük krize sebep oluyor. İlk başta kötü niyetli ve çevre mevzuatını önemsemeyen sanayici belki o anda kaçtığını düşünse de yatırımdan yarın çok daha büyük bir maliyetle karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. Burada ÇED süreçleri de çok önemli. Sanayicilerin de kamuoyunu bilgilendirmekten çekinmemesi gerekiyor. Ne kadar az iletişim kurulursa ne kadar az kamu bilgilendirilirse o kadar büyük problemler yaşanıyor. Bilgilendirmekten şeffaf olmaktan geri durmamak lazım. Çevre yönetimin en temel kavramı; şeffaflık ve bilgi paylaşımıdır.

Yerel yönetimleri bu işin içine daha fazla nasıl dahil edebiliriz?

Atık yönetimiyle ilgili bir yatırım maliyeti var. Bu yeni kavram sıfır atık kanunuyla beraber geri kazanım katılım payı ve depozito yaklaşımı olacak. Burada toplanan paranın yerel yönetimlere destek olarak verilmesi ön görülüyor. Bu bir kaynak yaratılmasını sağlayacak. Ama burada asıl dikkat edilmesi gerek şey adil eşit ve liyakatli bir paylaşım olması lazım. Siyasi parti ayrımı yapmadan belediyelerin yaptığı hizmetler desteklenmeli. Öte yandan daha önce Sanayi Bakanlığı’nın atık yönetimiyle ilgili yayınladığı bir strateji belgesi vardı. Bu belgede çeşitli teşvikler ön görülüyordu. Personel, yakıt, elektrik gibi bu teşviklerin atık yönetim sektöründe hayata geçirilmesi oldukça önemli bir ekonomik girdi sağlayacak.

Son dönemde Türkiye atık kavramını poşet başlığı ile konuşur hale geldi. Seferberliğin yapı taşları neler olmalı?

Plastik poşet tartışması çok tarihi bir tartışmaydı. Çünkü plastik poşetlerin paralı hale getirileceği bundan 3-4 yıl önce çıkmış olan bir yönetmelikti.

O yüzden plastik poşet uygulaması dünyanın her tarafında uygulanan ücretli hale getirilmesi tüketimi azaltmada önemli olduğunu söyleyebiliriz. O yüzden biraz önce bahsettiğimiz tehlikeli atık gibi çok önemli mevzular var. Onları gölgelememesi gerekiyor. Vatandaşın bu konuda hassas olması gerekiyor. Çok klasik gelebilir ama eğitimden başlamalıyız.

İlkokul ortaokul düzeyindeki çocukların vahşi çöp depolama alanlarına götürülmesi ve gösterilmesi gerekiyor. Bunun yanında Konya Karapınar kuraklaşmanın çok önemli bir örneği. Bu gibi ciddi çevresel problemlerin yaşandığı çölleşmenin olduğu bölgelere mutlaka okul gezilerinin yapılması gerekiyor. Müzeler çok önemli ama bunun yanında çevre bilinci oluşturmak adına çevre problemleri yaşanan yerlere gitmek gerekiyor. Bunları gizlememek, toplumun gözünden bunları saklamamak gerekiyor. O yüzden Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredat düzenlemesiyle buna öncelik vermesini önemsiyoruz.

Türkiye son dönemde çöp ithalatını konuşuyor.

Bu olay İzmir’de yaşandı. İzmir, Ege Bölgesi’nin Türkiye’nin çok önemli bir kenti. İzmir de Aliağa Bölgesi’nde termik santraller var. Termik santrallerden çıkan küller doğru yönetilemiyor ve onlar zaman zaman doğaya veriliyor. İzmir’de şu anda atık anlamında büyük bir çevresel sıkıntı yaşanıyor.  Gelen atıkların İtalya’nın atıkları olduğu tespit edildi. İtalya’dan getirilen çöpler eski bir depo alanına izinsiz bir şekilde bırakılmış ve şu an çaresiz bir şekilde oradaki vatandaş ne yapacağını da bilmiyor. İthal atık mevzusu sıkıntılı. Geçen yıla göre 2 katı artmış durumda plastik atık ithalatı. Avrupa’nın ve Amerika’nın çöplüğü olma noktasına ilerliyoruz. Biz meslek odası olarak ithalatın tamamen yasaklanmasından ziyade bunun düzenli ve kontrollü bir hale gelmesi gerektiğini yani denetlenmesi gerektiğini düşünüyoruz.Çünkü Türkiye’nin gelişmiş bir geri dönüşüm sektörü var. Kendi plastiğimizi kağıdımızı üretmek adına topraktan yer altından çıkartıp hammaddeyi kullanmak yerine atığı geri dönüştürülüp kullanmak çok daha değerli. O yüzden yurt dışından temiz ve gerçekten de iyi denetlenmiş ve hammadde olarak kullanabileceğimiz malzemenin gelmesi sağlanabilir ama öncelikle Türkiye’nin yüzde 1’lik toplama oranını çok daha yükseltmek ve yüzde 10’luk geri dönüşümü daha üst seviyeye çıkartmak gerekiyor. Bunu yapmadıktan sonra yurtdışından sürekli atık getirmek demek Türkiye’nin çöplük haline dönmesi demek.

Birdenbire her şeyin düzelmesi mümkün değil. Dediğiniz gibi yüzde 1 kademeli olarak baktığımızda ilk 5 yılda bunu yüzde 2-3 bandına, ikinci 10 yıllık dönemde yüzde 10 bandına gibi bir şey verebiliyor musunuz?

Aslında yapılabilmesi çok zor bir iş değil. Bakanlığın ilgili aktörleri göz ardı etmemesi lazım. Öncelikle sokak atık toplayıcılarını sisteme entegre edeceklerini iddia etmişlerdi, bunu hala yapmadılar. Çıkan yönetmelikte bu ifade çok muğlak bir biçimde oldu. Sokak atık toplayıcılarını belediyelerle ve geri dönüşüm tesisleriyle entegre haline getirdiğimiz zaman ve belediyeler hızlın bir şekilde kurallarını net koyup belirli gün ve saat belirleyip plastik cam ambalaj atıklarınızı organik atıklarınızı ayrı toplama sistemi kurarsa; bu sorun 1 yıl içerisinde çok net çözülecektir.

Bu sanayiden başlamalı. Bizim en büyük sıkıntımız denetim ve kuralları uygulamamak. Türkiye uzun süredir seçim süreci yaşıyor. Bu süreçte Bakanlığın denetim yapmadığını biliyoruz. Ceza kesilmekten itina edildiğini görüyoruz. Denetimsizlik ve uygulama noksanlığı belediyeler 5 yıl sonra seçmenim bana oy versin kaygısıyla koyduğu kuralları uygulayamıyor. Bugün Ankara İzmir İstanbul gibi gelir düzeyi ve okuyan insan sayısının yüksek olduğu bölgelerde dahil daha geri dönüşümün uygulanmadığını görüyoruz.  Bunları uygulasınlar 1 yıl içerisinde kaynağından ayrı toplama oranını yüzde 20-30’lara çıkartabiliriz.

Potansiyele sahip olan bölgelerden başlayıp uygulanabilir. Özellikle bilinç ve ekonomik seviyesinin yüksek olduğu yerlerde… Çünkü ekonomik seviyesi yüksek olduğu bölgelerden daha ekonomik değeri yüksek olan kaliteli atıklar çıkabiliyor. Bunlar da uygulanmaya başladığı zaman hızlı bir şekilde sonuç alabileceğimizi düşünüyorum.

 

 

İzmir, iklim krizinden en fazla etkilenecek Avrupa’nın üçüncü şehri 

Dünyada ciddi iklim değişikliği problemi var. Biz bunu iklim krizi olarak ifade ediyoruz. Türkiye’de iklim krizinden en çok etkilenecek ülkelerin başında geliyor. Özellikle deniz seviyesinin yükselmesiyle beraber İzmir, İstanbul gibi kentlerimiz hatta İzmir Avrupa bölgesindeki deniz kenarında bulunan kentlerde en çok etkilenecek 3.kent olarak ifade ediliyor. Maddi kayıpların en çok yaşanacağı kentlerin başında geliyor. İstanbul birinci, Odesa ikinci, İzmir üçüncü sırada. Yapılan akademik bir çalışmada bu ortaya kondu. Bunun yanında İç Anadolu Bölgesi’nde ciddi bir kuraklık sıkıntısı başlamış durumda. Yağışların şiddeti ve sıklığının artmasından kaynaklı olarak Karadeniz başta olmak üzere ülkemizin bütün bölgeleri ege ve Akdeniz bölgelerinde kentlerde sel felaketleri yaşıyoruz çünkü kentlerimiz buna hazırlıklı değil. Özellikle büyük kentlerde şehir merkezlerinde altyapının mutlaka iklim değişikliğine hazır hale getirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla burada iki yöntem var Paris İklim Anlaşması’nı ifade eden bir tanesi sera gazı emisyonunun azaltılması burada yerel yönetimlere büyük sorumluluk düşüyor. Özellikle ulaşım politikaları belirlerken şu an sera gazlarının büyük oranda ulaşımdan kaynaklı olduğunu biliyoruz. Burada ulaşım politikaları toplu taşıma bisiklet gibi yöntemleri topluma teşvik etmeleri lazım. Diğeri de uyum sağlamak altyapıda su kanalizasyon idareleri başta olmak üzere iklim değişikliğine uyum sağlayan çalışmaların yapılması lazım.

Yer altındaki boruların çağlarının genişletilmesi kanalizasyon sisteminin revize edilmesi yağmur sularının ayrı bir mekanizmada toplanması gibi yaklaşımların hayata geçirilmesi lazım. Aksi halde can ve mal kayıpları artmaya devam edecek.

Türkiye’de iklim değişikliklerine sebep olan termik santrallerin hala yapılmaya çalışıldığını görüyoruz. Özellikle İskenderun, Çanakkale, İç Anadolu, Afyon, Eskişehir, Kahramanmaraş’ta termik santrallerin sayısı arttırılmaya çalışılıyor. Bu artık geri kalmış bir teknolojidir ve iklim krizini tetikleyen bir yaklaşımdır. Biz enerjimizin yüzde 87’sini fosil yakıtlardan karşılıyoruz. Bunu azaltmamız gerekiyor.