HAK-İŞ bünyesinde yaklaşık 30 yıldır sendikal harekete emek veren Dr. Osman Yıldız, Türkiye’de sektörel sosyal diyalog komitelerinin mutlaka kurulması gerektiğini söylüyor. Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen Genel Kurul sonrasında Başkan Yardımcılığı görevine seçilen Dr. Yıldız, bu komite bünyesinde Hükümet, ilgili bakanlık, sendikalar ile ilgili işveren kuruluşların olmasının önemine vurgu yapıyor. Yıldız, “Türkiye’nin bürokrasisi içinde olur mu olmaz mı bilmiyorum ama bunun çok önemli bir ihtiyaç olduğunu belirtmek istiyorum. Sektörel anlayış ve komiteler, sendikal hareketi de Türk çalışma hayatını da yönlendirecektir. Bir kurul etrafında toparlanırsa sorun belirgin hale gelir. Bazı sektörlerde kanunlara ihtiyaç var. Mesela özel güvenlik görevlilerinin kendi kanunlarına ihtiyaç var. Ama bu sorunu ilgili taraflar bir sektör sorunu olarak tanımlamıyorlar. Örneğin gıda sektöründe sorunlar varsa bunu gıda sektörü olarak tartışmamız gerekir. Bizim sektör kültürünü geliştirmemiz lazım” diyor.
Türkiye’nin sendikal harekette önemli bir gelişim gösterdiğini belirten Yıldız, dünya ve Avrupa’da ise küreselleşme ve ekonomik kriz nedeniyle geriye gidiş yaşandığına dikkat çekiyor. Türkiye’nin bu süreci doğru hamleler ile fırsata çevirmesi gerektiğine vurgu yapan Dr. Yıldız ile sendikal hareketin dünyada konuştuğu konu başlıkları üzerinden yaşanan gelişmeleri, yapılması gerekenleri ve HAK-İŞ’in hedeflerini konuştuk.
-Türkiye’nin sendikal hikâyesini birlikte analiz ederek sohbetimize başlayalım mı? Bu hikâyenin son 30 yılına birebir tanıklık etmiş birisiniz. Türkiye’nin dünyadaki sendikal hayattaki yeri nedir?
Türkiye’deki sendikal hareketin son 30 yılını analiz edersek, birçok açıdan gelişme içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bir ara, “Sendikal hareket kan kaybediyor” ifadesi çok fazla kullanılıyordu. Sendikacıların diline bile dolanmıştı. Ama Türkiye’de aslında sendikal hareket olumlu yönde gelişiyor. Birincisi mevzuat olarak bizim sendikal hareketin daha sağlam temellere oturtulduğunu söylemek isterim. Çünkü bu mevzuatı neredeyse 30 yıl tartıştık. Uluslararası referansları görerek, uluslararası deneyimleri yaşayarak tartışmaları da çok fazla ortaya koyarak aslında kendi modelimizi oluşturduk.
İkincisi; sosyal diyalog alanında önemli gelişmeler yaşandı. 90’ların başında Türkiye’de iki tane sosyal diyalog mekanizması vardı. Bunlardan biri asgari ücret, biri yüksek hakem kurulu, bir diğeri de çok da işlemeyen milli prodüktivite kuruluydu. Ben bir araştırma yaptım, şu anda Türkiye’de kamu kurumlarında 250’nin üstünde sosyal diyalog mekanizması var. Bunların 50 tanesi de daha yaygın ve öne çıkıyor. 90’lardan itibaren sosyal diyalog mekanizmalarının gelişmesiyle birlikte, özellikle sendikal açıdan katılımcı bir yapıya bir alan açıldı. Tekelci yapıların yerine, çoğulcu yapıların da kendine hayat hakkı bulduğu, yer bulduğu bir yapılanma söz konusu oldu.
Üçüncüsü kitlesel faaliyetler ve eylemlerle ilgili zannedildiğinin aksine önemli gelişmeler yaşandı. Bunun başında 1 Mayıs’ın bayram ilan edilmesi geliyor. 1 Mayıs’ın bayram ilan edilmesi neoliberal bir hükümetten beklenmeyecek bir gelişmeydi. Ancak bu açılım hükümet tarafından sağlandı. Günümüzde 1 Mayıs veya diğer eylemler büyük oranda bütün Türkiye’de en yaygın şekilde yapılabilmektedir.
Dünya tarihi ile karşılaştırdığımızda sendikal harekete 150 yıl geç başlamış durumdayız. Belli noktalarda işe geç başlamanın avantajını mı yaşıyoruz?
Bunun net cevabı yok. HAK-İŞ açısından özel bir övünme olarak değil ama yaşadığımız süreci tespit etmek açısından birkaç noktaya temas etmek isterim. HAK-İŞ olarak, sosyal diyaloğa çok önem veriyoruz ve bu süreçte sürükleyici aktörlerin önemine inanıyoruz. Bizim bu konudaki sürükleyiciliğimiz, politikalarımız, önermemiz ve bunun arkasında sağlam durmamız, takip etmemiz ve buna uygun sonuçlar almak üzere kendimizi odaklamamız söz konusudur. Diğer konfederasyonların bu anlamda bizim kadar ısrarcı, sosyal diyalog, çözüm arayışı içerisinde olmadıklarını söyleyebilirim. Herhangi bir konuya sahip çıkan, sürükleyici olan, liderlik eden, ısrar eden bir anlayış olmazsa, sonuca çok kolay ulaşamıyorsunuz. Biz bu konuyu şöyle formüle ediyoruz. Avrupa Birliği’nin kazanımları var. 200 yıllık birikimleri var. Ülke bazında da var, son 50 yılında da Avrupa Birliği’nde de yeni yeni gelişmeler yaşandı. Bu kazanımlardan yararlanmak lazım. Burada da kendimizi HAK-İŞ olarak öncü ve lider görüyoruz.
Örneğin…
Sendikal Kanunun değişmesi için öncülük ettik. Diğer konfederasyonlar bir sebep bulup, değişmemesi konusunda ısrarcı oldular. Yani söylem ve yapılan arasında uçurum var. Biz bunu yapmıyoruz. Biz söylemimizin de altını dolduruyoruz. Biz şunu söylüyoruz, çalışma hayatında bir değişiklik olacaksa; bizim bir talebimiz varsa, bir sorun varsa, bunu en iyi biz biliriz. Bunu en iyi bizim takip etmemiz lazım. Karar vericilere en iyi yolu, formülü bizim önermemiz lazım.
Nihayetinde karar vericiler de bunu değerlendirecek. Bizim böyle bir süreçte kapasitemizin üstünde gayret sarf etmemiz lazım. Onun için bu 30 yıllık süreçte, sosyal diyalogda olsun, mevzuatta olsun, bizim hep bir öncü rolümüzün, aktif rolümüzün ve belirleyici rolümüzün olduğunu söylemek istiyorum. Yani biz bir yerde takılıp kalmıyoruz. Biz sosyal diyaloğa da masaya da inanıyoruz. Eylemler bunu destekleyen unsurlardır, biz onu da yaptık. Dolayısıyla 150 yıllık geride kalmışlığı telafi edecek şekilde adımlar atmamız gerekiyor. Bu adımlar her seferinde sil baştan anlamına gelmiyor. Bununla birlikte, eksiklikleri telafi etmeye kararlı aktörlere de her zaman ihtiyaç vardır. Sendikal hareket kendi alanına çok güçlü bir şekilde sahip çıkmalı, öneri getirmelidir. Sorunlara işçi ve işveren aktörlerin daha da sahip çıkması gerekir ve bu çerçevede biz HAK-İŞ olarak genel ifade ile “istemezük” demiyoruz. Biz o noktada değiliz, “isteriz hem de çok isteriz ve bunun için de varız” diyoruz. Bu anlayışımızın sonuçları olarak geçmiş süreçteki başarılarımız da bizi teyit eder niteliktedir.
Biz kıdemi ve asgari ücreti konuşuyoruz ama Avrupa ve dünya şu anda sendikal harekette neyi konuşuyor?
Türkiye’deki sendikal hareket 90’lardan itibaren öğrenen, bütün sendikal konuları keşfeden bir konumda olmuştur. Avrupa’nın, özellikle Batının çok ilerde olduğu, onların çok ileri konular konuştuğu, sosyal ortaklığın çok ileri mekanizmalarının bulunduğu, ileri çerçeve anlaşmaları ile toplumsal düzenlemelerin hayata geçirildiği, toplumsal uzlaşma ve sözleşmeleri konuştukları süreci yakından gözlemledim ve yaşadım. 2000’li yıllara kadar bu böyle sürdü. Fakat şu anda farklı çok karmaşık bir süreç ortaya çıktı. Bana göre Batı dünyasında birincisi küreselleşme, ikincisi ekonomik krizler süreci tersine çevirdi. Onlar şu anda bizden daha ileri konuları tartışıyor değiller.
Yakın zamanda dünya sendikal hareketinin zirve noktaları olan ITUC ve ETUC kongreleri oldu. Orada da gördük ki Avrupa şu anda en temel konulara geri döndü. Avrupa, ücretleri nasıl tutabiliriz, geriye gidişi nasıl önleriz, istikrar paketlerinden nasıl kaçabiliriz, kemer sıkma politikalarından nasıl kurtulabiliriz, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile nasıl mücadele edebiliriz gibi sorulara cevap arıyor. Dünya sendikal hareket için de aynı şeyi söylemek mümkün. Onlar da “Sendikal hareketin temelini nasıl güçlendirebiliriz, örgütlenmede nasıl bir hamle yapabiliriz sorularına cevap arıyor. Örgütlenmenin dünyada da büyük bir sorun olduğu bir gerçektir.
SENDİKAL HAREKETTE KÖR DÜĞÜM YAŞANIYOR
“Sendikal hareket ekonomik kriz ve küreselleşmeye takıldı” diyebilir miyiz?
Diyebiliriz. Orada bir sıkıntı var. Bir kör düğüm söz konusu. Bunu aşma konusu orayı kilitlemiş durumda. Biliyorsunuz Avrupa’da bütün ülkelerde son 15 yılda bizim “Eurodemostration” dediğimiz Avrupa eylemleri yapıldı. Avrupa Birliği, hala krizlerin gölgesinde. Dolayısıyla toplumsal ve sosyal barışı daha ileriye taşıyacak hususları konuşmaktan ziyade, en temel konulara odaklanmış gözüküyor.
AB, SENDİKAL HAREKETTE TÜRBÜLANS YAŞIYOR
Avrupa’da kazanımlar geriye gitmedi, ama bir türbülans oldu. Hala o türbülanstan çıkmaya çalışıyorlar. Sendikal hareketin itiraz hakkı vardır, bu da çok temel bir özelliğidir. Ama sendikal hareketin takılıp kalacağı bir konu da değildir. Sendikal hareketin öneri de yapması gerekiyor. Sendikalar olarak öneri yapmaktan sorumlu değiliz, ama öneri yaparsak açılımı da gelişmeyi de yakalamış oluruz.
SENDİKAL HAREKETTE ÖĞRETEN BİR SİSTEME GEÇTİK
Türkiye olarak onların yaşadığı bu türbülans sürecini aradaki farkı kapatmak için kendi açımızdan fırsata çevirebilir miyiz?
Biz de onu yapmaya çalışıyoruz. Sendikal harekette öğrenen konumdan çıkarak örneğin sendikal üyelik konusunda e-devlet sistemi ile öğreten konuma geldik. Sistem açısından şeffaflığı ve kolaylığı yakaladık. Her sistemin ufak tefek problemleri vardır. Ama eskiden neredeyse hiç işlemeyen bir sistemden bahsediyorduk. Şimdi öne geçtik. Her şey sistematik, işleyen ve şeffaf bir konuma sahip.
Yani öğrenenden, öne geçen bir sisteme mi geçtik?
Yer yer öğreten bir sisteme geçtiğimizi yani sistemimizi gönül huzuruyla anlatabileceğimiz, tartışabileceğimiz, tartışmaya açabileceğimiz bir noktaya geldiğimizi söyleyebiliriz. Bu aradaki açığı kapatma açısından önemli. Ama hala sorunlarımız var. Bazı söylemler, bizim bu kazanımlarımızı gölgelendiriyor, yaptıklarımızla örtüşmüyor. Bu nedenle de Türkiye’deki gelişmeler göz ardı ediliyor ve Türkiye sorgulanan bir ülke konumundan kurtulamıyor.
Nedir bunlar?
Birincisi; Cumhurbaşkanlığının 5 nolu kararnamesi. Kamu kurum ve kuruluşları için geliştirilen bir yönetmelikte, zaman içerisinde genişletmek maksadıyla terminolojisinde değişiklikler yapılarak içerisine “işçi ve işveren meslek kuruluşları” ibaresi eklenmiştir. Türkiye’nin bu nedenle ILO yıllık konferansında, ITUC ve ETUC’ta uluslararası planda sorgulandığı, hatta çok ağır bir eleştiri ile karşı karşıya kaldığı bir durum yaşadık. Bu anlayıştan kaçınmamız lazım. Burada sıkıntılar var.
İkincisi; dünya sendikal hareketi dayanışma üzerine kuruludur. Sendikal harekette problemleri gizleme yoktur. Şeffaf bir anlayış egemendir. Yani ben Türkiye’deki bir sorunu Japonya’daki, Amerika’daki bir sendikacıyla rahatlıkla konuşabilirim. Ama bizim ülkemizde bir sıkıntı var, bunu aşamadık ve aşamıyoruz. Bazı örgütlerin bu tartışmayı tamamen Türkiye üzerine suçlama modunda götürüyor olması bizim önümüzü tıkayan en büyük sorundur. Bunu uluslararası platformlara taşımada ve bunu yazılı ve sözlü ulaştırma anlayış ve üslubunda sıkıntı var.
Türkiye’de çalışan sayısına baktığımızda 13 milyon. Ama bunun 1 milyonunun sendikalı olduğunu görüyoruz. Sendikal rekabetin de bu 1 milyon çalışan üzerinden yapıldığını görüyoruz. Sendikalı sayısını arttırmaktan çok mevcut sendikalı üzerinden bir rekabet yapılıyor. Türkiye olarak neden 12 milyonu görmek istemiyoruz, buradaki tıkanma neden kaynaklanıyor?
Türkiye’deki sendikal hareket büyüme içerisindedir. 2019 Ocak itibariyle sendikalı çalışan sayısı 1 milyon 800 bine yaklaştı. Yaklaşık 5 yılda ikiye katlandı. Rakam olağanüstü değil ama gelişimi görmek açısından önemli. Türkiye’ye yönelik sendikal haklar konusunda ulusal ve uluslararası karalamaya varan anlayışın tersine sendikal hareketin bir gelişme içerisinde olduğunu söylememiz lazım. Gelişmeler iyi yönde ama sayı olarak yeterli değil. Dolayısıyla Türkiye’de bir geriye gidiş de söz konusu değil.
Peki biz neden hamle yapamıyoruz? Çünkü kendi içimizde sorunlar var. Her konfederasyonun kendisini yenilemesi lazım. Bunu iddialı bir şekilde söylüyorum. Sendikal hareketin önünde engeller vardır, olabilir de ama bu engelleri kaldırmak için mücadele edip bunun gereğini yapacak olan da yine sendikalardır. Sorunlara biz çözüm bulacağız. Buna taşeron işçilik, taşeron sistemini örnek olarak gösterebiliriz. HAK-İŞ, bu konuyu bir mücadele alanı olarak benimsemiştir, tanımlamıştır, tartışmıştır, sorgulamıştır ve bir çözüm üretmiştir ve nihayetinde başarıya da ulaşmıştır. Dolayısıyla sendikal sorunlara çözüm konusunda birinci görev bize yani sendikalara düşmektedir.
Sendikalı işçi sayısını 2 milyondan 14 milyona nasıl çıkartabiliriz? 14 milyon çalışan için herkesin seferber olması lazım. Bunları nasıl örgütleriz? Sendikaların ne yapması, nasıl bir strateji geliştirmesi gerekiyor. Buna odaklanılması ve çözümleme yapılması gerekiyor. O zaman sendikalar olarak başarabiliriz.
Türkiye’de yakın zamanda sendikal kanunu değiştirerek evet bir reform yaptık. Ancak şimdi reformdan da öte bir hamleye ve zihniyet değişimine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu konuyu konuşmamız gerekiyor. Bu sorun işyerlerindeki tekelci sendikal anlayışın ötesine geçerek en az iki sendikanın o işyerindeki varlığını sürdürecek çerçeveyi ortaya koymamız gerekir. Şuandaki sendikal rekabeti dinamitleyen tekelci sendikal anlayıştır. Bu anlayışın realite ile uyuşmadığını düşünüyorum. Sendikal harekete de darbe vuruyor. Bunu tartışıp birbirimizi ikna ederek bir açılım yapmamız gerekiyor. Bu da bizim sendikal mevzuattaki değişimin ardından ikinci hamlemiz olacaktır. O zaman sendikalar olarak bu 14 milyon işçiye ulaşmak için en azından bazı yerlerde açılımlar yaşayabiliriz. Böylece yıkıcı sendikal rekabet yapıcı sendikal işbirliğine dönüşebilir.
Türkiye’deki sendikal rekabette kavganın bir anlamı yok. Sendikal rekabet bir kavga değildir. Sendikal rekabet bir katkıdır. Bizim HAK-İŞ olarak ileriye gitmemizin, yeni kazanımlar elde etmemizin arkasında bu anlayışımız yatmaktadır. Türkiye’de 13-14 milyon çalışan var. Ancak örgütlenme için yeterince politika geliştirilmiyor. Sendikalar olarak zaman zaman bir araya gelmeyi, çatışmanın aksine diyalogu başarabilmeliyiz. Yollarımız kesişebilir ama bütünüyle bunun üzerine odaklanmamalıyız. Sendikal rekabeti, örgütlenmenin önünde bir engel olmaktan çıkarmalıyız.
20 Meslek grubunu temsil ediyoruz demiştiniz. 20 işkoluna sektörel bazda baktığımızda size gelen öncelikli başlıklar neler?
Dünyada biliyorsunuz ulusal çerçeve sözleşmeleri vardır. Bizde de kısmen var. Avrupa’da sendikacılığa yön veren husus; iş koludur, sektördür. Avrupa’da ulusal sözleşmelerin ardında bu sözleşmeleri destekleyen ve geliştiren söktörel çerçeve sözleşmeleri bulunmaktadır. Örneğin metal sektörü ile tekstil sektörünün sorunları aynı olmayabilir. Bunun tartışılması gerekiyor. Şartları o işkollarındaki sendikalar biliyor.
Sektörel sendikal kültürü geliştirmemiz gerekiyor. Bir kere bizde 20 iş kolu var ama bunların sektör olarak algısı söz konusu değil. Sendikacıların şunu bilmesi lazım “Ben o sektörü temsil ediyorum ve sektörün tamamı için mücadele ediyorum.”
Türkiye’de kamu kesiminde yani hükümette de sektör anlayışı çok gelişmiş değil. Öncelikle bu sektör bilincini oluşturmamız gerekiyor. Her kamu kurumunda sektör dağılımı ve sayısı farklı. Başta Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığımızın bu uyumu sağlaması gerekiyor. Örneğin, Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı işçi sendikaları için 20 işkolu belirlerken, memurlar için 11 işkolu söz konusudur. Sektörel uyum ve kültürü sağlarsak Türkiye’nin kazanımı çok daha kolay olur. Yani ulusal düzeydeki birçok sorunu sektörel düzeyde zorlanmadan tartışabiliriz. Bu nedenle sektörel sosyal diyalog komiteleri mutlaka kurulmalıdır.
Bu komitenin içinde kimler olmalı?
Bu komitelerde Hükümet, ilgili bakanlık ve sendikalar ile işveren kuruluşlarından temsilciler olmalıdır. Türkiye’nin bürokrasisi içinde olur mu olmaz mı bilmiyorum. Ama bunun önemli bir ihtiyaç olduğunu belirtmek istiyorum. Sektörel anlayış ve komiteler, sendikal hareketi de Türk çalışma hayatını da yönlendirecektir. Bir kurul etrafında toparlanırsa sorun belirgin hale gelir. Bazı sektörlerde kanunlara ihtiyaç var. Mesela özel güvenlik görevlilerinin kendi kanunlarına ihtiyaç var. Ama bu sorunu ilgili taraflar bir sektör sorunu olarak tanımlamıyorlar. Örneğin gıda sektöründe sorunlar varsa, bunu gıda sektörü olarak tartışmamız gerekir. Bizim sektör kültürünü geliştirmemiz lazım.
Ekonomik Sosyal Konsey var…
Var ama işlemiyor, ayrıca işlese de tek başına bir çözüm değil. Avrupa Birliği’nde 33 tane sektör komitesi var. Hatta sayılarını da artırıyorlar. Bunlar önemli işlevler görüyor. İşçi, işveren ve Avrupa Komisyonundan oluşan taraflar oturup konuşuyorlar. Bizim bu kültürü geliştirmemiz lazım.
Peki, kıdem tazminatı konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu tartışmayı Türkiye’nin daha fazla taşıma şansı yok. Çalışma hayatını çok geriyor. Bazı sendikalar aşırı negatif söylemde bulunuyor. Biz çözüm yönünde söylemde bulunuyoruz. Bu farklı bakış açısı kendiliğinden bir gerilim oluşturuyor. Bu konuda yapılması gereken bellidir. Kazanılmış haklarda geriye gitmeden bir reform ihtiyacı vardır. Bunu hükümet planlayabilir, sosyal diyalog ile çözebilir.
Eğitim konusunda Türkiye’nin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin üyeleriniz içerisinde baktığınızda mesleki yeterlilik konusunda nasıl bir tablo ve nasıl bir gerçekle karşı karşıyasınız?
Geçmişten beri Avrupa’da gördüğümüz en temel konu sendikal okul uygulamasıdır. Türkiye sendikal hareketi bu konuda maalesef gelişme gösterememiştir.
Bizde genel olarak sendikal eğitimler var, ancak bu eğitimler sistematiğe dayanmıyor. Yani eğitim mantığıyla uyuşmayan bir eğitim çalışmamız var. Oysa bunun bir sistematiğe oturtulması lazım. Eğitim dediğimiz hususun aşamaları vardır. Amacı vardır, hedefi vardır. Bizdeki sendikal eğitimlerde bunlar yok. HAK-İŞ olarak biz, projelerimizde, eğitimlerimizde buna ağırlık vermeye, aşamalı eğitimler yapmaya çalışıyoruz. Türkiye’de yeterliliği en çok savunan örgüt olduğumuzu söyleyebilirim. Türkiye’de Mesleki Yeterlilik Kurumu’na akredite olan ve sınav merkezi olan tek konfederasyon HAK-İŞ’tir. Çünkü biz eskiden beri “Özgür Birey, Örgütlü Toplum” diyerek, yeterliliği ve yetkinliği öne çıkaran ve bunu sendikal slogan olarak kullanan bir örgütüz.
Yeni dönemde masadaki öncelikli projeleriniz neler olacak?
HAK-İŞ olarak, gündemimizin önemli başlıklarından birini kadınların sendikal hareketteki rolünün güçlendirilmesi oluşturuyor. Sendikalarımız da bu konuda taleplerini getiriyor, beklentilerini ortaya koyuyor. Kadınların sendikal hareketteki rolünün artırılması konusunda çok hamle yaptık ve yapmaya da devam ediyoruz. Sendikaların gündeminde bu konular bir şekilde yer alıyor. İş sağlığı güvenliği, işten atılmalar, işsizlik, ücretler üzerindeki yüksek vergi oranları başta olmak üzere önemli gündem maddeleri bulunuyor. Örneğin, 31 Marttan sonra belediye başkanlıklarında partilerin değişmesi, sendikal harekette önemli sorunlara yol açmıştır. CHP’ye geçen birçok belediyede yaklaşık 700 işçi işten çıkarılmıştır. Bu durum HAK-İŞ’in gündeminin en önemli konusu haline gelmiştir.
Çalışma hayatının önemli gündem maddelerinden birini de Emeklilikte Yaşa Takılanlar konusu oluşturmaktadır. HAK-İŞ olarak, prim ödeme gün sayısını doldurmuş ancak yaş nedeniyle emekli olamayanlardan, özellikle işten çıkarılan, çalışma gücünü kaybetmiş ya da sektörde iş bulamayanların mağduriyeti konusunda çözüm üretilmesi gerektiğine inanıyoruz.
HAK-İŞ olarak, Anadolu topraklarının tarih boyunca büyük kitlesel göçlere sahne olduğunu, savaştan kaçanlar, iklim değişikliği, açlık ve yoksullukla karşı karşıya kalanlar için bir sığınak olduğunu biliyoruz. Çeşitli nedenlerle ülkemizde bulunan göçmen/mültecilerle ilgili sorumluluklarımız olduğunu biliyor ve bu alanda projeler de hayata geçiriyoruz. HAK-İŞ’in, öteden beri talep ettiği düzenli asgari gelir sisteminin hayata geçirilmesi durumunda göçmenlerle ilgili yaşanan sorunların da önemli oranda çözüme kavuşacağına inanıyoruz. Bu sistemde herhangi bir geliri olmayan bir aileye asgari gelir desteği verilmesini talep ediyoruz. Biz HAK-İŞ olarak bireysel gelir yardımı sistemini Türkiye’de kurulmasını 20 yıldır öneriyoruz. Ancak vatandaşlarımız için kurulamayan bu sistemin göçmenler için kurulabilmesi zordur. Bu sistemin göçmenler için hayata geçirilmesi durumunda göçmenler topluma doğrudan entegre edilebilecek, ihtiyaçları modern olarak karşılanacak, serbest piyasa ekonomisine göre kolaylıkla hareket edebilecek daha da önemlisi toplumsal adalet sağlanmış olacaktır. Böylece devletten aldıkları yardımlar tek elden yapılacak, yapılacak yardımlar hibe ve borç şeklinde ikiye ayrılarak, borç hanesine yazılacak olan miktar çalışmaya başlamasının ardından devlet tarafından tahsil edecek.
Kamuoyunun gündeminde bulunan bu konuların dışında HAK-İŞ olarak, 10-11 Temmuz 2019 tarihinde gerçekleştirdiğimiz 14. Olağan Genel Kurulumuzda kurumsal yapımızdan, sosyal politikaya, iç politikadan dış politikaya, ulusal ve uluslararası sendikal hareketten, kadın ve gençlik gibi konularda 90 başlık altında kararlar aldık. Bizim gelecek dört yıllık dönemdeki yol haritamızı oluşturacak olan bu kararlar ile HAK-İŞ olarak politika üretme konusundaki iddiamızı ve önceliklerimizi ortaya koyduk.
90 konu öncelikli olur mu?
Tabii ki olur. Geçen genel kurulumuzda 67 karar alınmıştı. Biz bunların tamamına ilişkin bir adım attık, politika geliştirdik. Şunu da vurgulamak gerekir ki hem dünya sendikal hareketinin hem bizim öncelikli gündem maddelerimizi örgütlenme ve kadınların sendikal harekete katılımı oluşturuyor. Biz buna bir de gençliği ve sendikal eğitimi ilave etmek istiyoruz. Önümüzdeki dönemde genel kurulumuzda aldığımız 90 karara ilişkin ayrıntılı çalışmalar yapıp bir eylem planı ile güçlendirmeyi planlıyoruz.
YENİ BİR SOSYAL MODELE İHTİYACIMIZ VAR
“Çalışma hayatında eksik olan husus bütünsel bakış yani sosyal modelin olmayışıdır. Aslında Türkiye’de sosyal modelin birçok unsuru yerine gelmiş diyebiliriz. Mesela bütün eksikliklerine rağmen sağlık alanında herkesi kapsayan bir modelimiz var. Türkiye’de eğitim alanında birçok adım atıldı. Tabiki bunlar yeterli değil. Türkiye, düzenli bireysel yardım sistemini geliştirme konusunda geri kalmıştır. Bu çağda düzenli gelir yardımı sisteminin olmaması önemli bir eksikliktir. Türkiye’nin 82 milyonun sistemin içinde olduğu ve herkesi kapsayan bir modeli olmalıdır. Bunun adı da “sosyal modeldir”. HAK-İŞ olarak adı sosyal model olan birçok politika dokümanı ürettik. Bu faaliyet döneminde de bu model üzerinde daha derinlemesine çalışmak öncelikli konularımızdan biri olmaya devam edecektir.”